Tuhaf Şeyler
Buraya tekrar uğramama sebep, bir şehir. Her gittiğimde yeniden sevdiğim, her seferinde başka anlamlar yüklediğim, bana aslında çok yabancı, ama nedense içimi kaynatan bir şehir. Belki de bazı yönlerden çok benzediğimi kabul etmek istemediğim rengârenk, ama yine de karanlık bir şehir.
Önceki seferlerde olduğu gibi ürkütmedi kalabalık bu gidişimde. Sokaklarda üzerime üzerime gelen şehir sakinleri (ya da agresifleri), son derece tuhaf diyaloglara girmek zorunda kaldığımız garsonlar, otel görevlileri ve diğer hizmet sektörü çalışanları sinirimi bozmadı değil. Hizmet sektörü hizmet vermek için değil sanki bu şehirde. “Alan aldığı kadarını alır, gerisi de beni ilgilendirmez,” gibi bir tavır var sanki. Alışmamışım, tuhaf geldi. Sürekli bir homurdanma, güleryüz desen yok denecek kadar az. Dedim, herhalde bu kalabalık, hızlı ve karman çorman şehirle baş etmenin yolunu böyle bulmuş insanlar. Birbirlerini ve olan biteni çok önemsemeyerek. Trafikte yapılan manevralara da şaştım kaldım. Bu şehir resmen kendine uyum sağlamaya zorlamış sakinlerini dedim.
Sakin yapılı, okumak/yazmak/dinlemek/konuşmak gibi fazla fiziksel hareket gerektirmeyen şeylerle ilgili olan ben bile, her gittiğimde hayran kalıyorum bu şehrin temposuna. Belki dönecek sakin bir memleketim olduğundan. Orada yaşamak, orada hayatımı kazanmak zorunda olmadığımdan; trafikte saatlerimi harcayıp her dışarı çıkışımda cebim delik ve saçlarım diken diken halde eve geri dönmem gerekmediğinden.
İnsanların nefes alamamaktan şikayet ettiği, kaçıp gitme hayalleri kurduğu bu şehir, yavaş yavaş benim arada kaçıp nefes alma yerim olmaya başlıyor sanırım. Sabahın erken saatlerinde başlayıp hızla artan ve bir sonraki sabahın erken saatlerine kadar uykusuzluk, Ramazan, ertesi gün işe gitme zorunluluğu falan dinlemeyen hareketlilik iyi geldi bana. Birkaç gündü ne de olsa. Düzenim ve düzenli, sıkıcı, geniş sokaklı şehrim beni bekliyordu ne de olsa.
Buket Uzuner New York Seyir Defteri’ndeki yazılarından birinde 'Ruh-eşim İstanbul, Eski Kocam Paris ve Sevgilim New York' yazmıştı. Henüz göremediğim ama haklarında epeyce hayal kurduğum Paris ve (özellikle) New York için bir şey diyemeyeceğim, ama İstanbul benim için koca ya da ruh-eşi değil sevgili olabilir ancak sanırım. Rutine bir parantez açıp insanların soluk alamadığı sokaklarda soluk alacak binalar, anlar ve fotoğraflar keşfedip kafamda bir sürü yenilikle evime dönmek için.
İstanbul’a ilk gidişim hüzünlüydü. Trenden iner iner inmez gözüme ilk çarpan tombul martılar olmuştu. Gökyüzü Ankara’dakinden daha derin, daha kubbemsiydi sanki ve onun içine hapsolmaktan mutlu görünen martılar tepemde dönüp duruyordu. Hiç fotoğrafım yok o birkaç güne ait. Bir erkek çocuğunki gibi kısacık saçlarımı, normalden epey aşağılarda dolanan kilomu, uykusuzluktan cayır cayır yanan, hayal kırıklığıyla dolu içine kaçmış gözlerimi belgeleyen hiçbir şey yok. Ne bir resim, ne bir yazı. Her şey beynimin içinde. Nerede olduğumu bilmeden deniz kenarında yürüdüğüm o bir saat, yağmurun gözlerimden inenleri gizlemediğini yanımdan geçen adamın bana bakışından anladığım o an, Boğaz Köprüsü’nü ilk gördüğüm an nefesimi tutuşum… hepsi sadece aklımda. Ve bir de burada işte. Onca yıl sonra.
İnsan beyninin çektiği ve asla unutmadığı bu fotoğrafların varlığından haberdar olsam da, bu seferki gidişimde her şeyi ama her şeyi çekmek istedim. Hiç çirkinine rastlamadığım kedileri bile Ankara’dakilerden farklı, umursamaz ve rahat olan bu tuhaf şehrin daracık sokaklarından geçerken nefesimi tutup dükkanlardan taşan karmaşayı seyrettim. Ve her adım başı karşıma çıkan tarihi bir binaya ya da köşeyi dönerken uzaktan göz kırpan denize bakıp, “Tabii ki İstanbul şairler, yazarlar, sanatçılar şehri olur; her adımda ilham veren, insanda heyecan uyandıran bir şey var, pes” dedim. Kıskançlıkla. Kötü bir kıskançlıkla değil. İçim kıpır kıpır. Bir dahaki geldiğimde başka dar sokaklara da girip yeni yerler keşfetme hayaliyle.
Her şehre bir deniz lazım. O da olmazsa koca bir nehir. Şehirler illa ki ikiye bölünmeli fiziken. Bölünmeli ki karşıya geçerken yeni bir sayfa açıyor, yeni bir yere gidiyor gibi hissedebilesiniz. Monoton düzeninize bir vapur ya da bir köprü boyu ara verip başka bir hayatın içinden geçebilesiniz.
Her şehre biraz İstanbul lazım. Ya da şehirden vazgeçemeyen her şehirliye.
Yorumlar
Yorum Gönder