Ankaram

Senelerdir marş gibi dilimdedir: "Sevmiyorum ben bu şehri." Neden böyle diyor(d)um hep bilmiyorum. Kasvetini sevmiyor(d)um galiba, sıkıcı gri binalarını, sessizliğini, tekdüzeliğini... sonra bir gün Beytepe'ye giderken kafamı kaldırıp gördüğüm şeyle büyülendiğimi hatırlıyorum. Ankara dışında hiçbir yerde görmediğim, İzmir'de de olduğunu duyduğum bir şey: pembe, eflatun bulutlar. Masal gibiydi :) Ama ben sonra bulutları unutup sevmemeye devam ettim Ankara'yı. Yaşadığım yeri reddetmeye çalışmak çocukça bir başkaldırıydı sanırım. Deniz olan bir yere gitmek, binaların kapkara isle kaplı olmadığı bir yere. Belki de bana çok benzediği için kaçmaya çalışıyordum. Gri, sessiz, tekdüze.
Sonra dün beş bininci kez Atatürk Bulvarı'ndan geçtim otobüsle. Ve yine gözlerim doldu. Dişlerimi sıktım ağzım açılmasın diye. İçine ettiler sevmediğim Ankaram'ın. Her yerini inşaata çevirdiler, azıcık ağacı vardı onu da kökten çekip çıkardılar kurusun gitsin diye. Niye? Kimbilir kimin oğlunun kızınaın cebine para girebilsin diye.
Ankara'yla birlikte ben de değiştim. Kasvetim, ciddiyetim, sıradanlığım aynı. Ama hayal kurmama izin veren çocuksu bir iyimserliğim vardı eskiden, birdenbire gelen, her şeyin iyi olacağına inanmamı sağlayan. Artık yok. Artık çocuk değilim. Biliyorum ki şehrimi, beni yok etmeye çalışacaklar bu ülkede hep. Edemeyecekler, ama yıpratacaklar. Kıracaklar, deşecekler, olmadığım bir şeye dönüştürmeye çalışacaklar.
İyimser değilim, doğru. Ama teslimiyetçi hiç değilim.
Dönüşmeyeceğim: ve işte bu da Ankara'dan kopuşumun sebebi olacak bir gün sanırım.