Utanç

Günlerdir ilk defa bütün gece deliksiz uyumuşum. Ankara sabahlarının insanı buz kesen soğuğu hafiften kırılmış nasıl olduysa. Bir hafta önceki kış manzaralarından eser yok.

Ders verdiğim binadakine değil de, aşağıdaki binanın kantinine götürüyor ayaklarım beni. “Bıktım poğaçadan.” Belki değişik bir şey bulurum umudu var içimde. Beyaz peynirli, domatesli, biberli sandviç mesela?

Kantine giriyorum. Sırada 3-4 öğrenci var önümde. Tezgaha bakıyorum. Poğaça, simit, gözleme...yok yok. Dumanı tüten gözlemede karar kılıyorum. Tercih yapma şansım bile var. Patatesli. Yanına da sıcacık bir bardak çay alıyorum. Kağıt bardakta gerçi ama, olsun. Sıcak ya... yeter.

Parayı ödeyip çıkmak için kapıya yönelirken dayanamayıp bir ısırık alıyorum gözlemeden. Ve daha lokma ağzımda dönmeye başlayamadan gözlerim karşı duvardaki kocaman postere değiyor. Bir çocuk. Kocaman gözleri var. Şaşkın, anlayamayan, ağlamaklı bakışları olan kocaman gözler. “GAZZE’DE ÇOCUKLAR ÖLÜYOR” yazıyor posterde. Ağzımda kocaman oluyor küçücük lokma. Aldığıma alacağıma pişman oluyorum. Ne deliksiz uyumuşluğum kalıyor, ne güneşin yüzünü tekrar göstermesinin verdiği sevinç.

Boğazım düğüm düğüm, derse gidiyorum.

Yediğim her lokmada, şikayet ettiğim her saçmasapan şeyde, yapılan esprilere her gülüşümde suçlu hissediyorum kendimi. Yok hayır, doğru değil bu. Çoğu zaman unutup, hayatın akışına ve kendi bencilliğime kapılıp keyif alıyorum yediğim lokmadan, şikayet ediyorum hiç utanmadan ve kahkaha attığım bile oluyor yapılan esprilere.

Sonra da böyle suçlu hissedip oturup yazıyorum işte.

İnsanım ne de olsa. Bencilim. Unutkanım. Sadece kendimi biliyorum. Anladığımı, gece uyurken – ya da aslında uyuyamazken, ama belki yorgunluktan bitap düşmüş halde birkaç dakikalığına sızmışken – kafalarına bomba yağan o insanların acılarını, o zavallı çocukların korkularını paylaştığımı, yaşadıkları dehşeti bildiğimi sansam da, hiçbir şey bildiğim, hiçbir şey anladığım yok. Sorun da bu galiba: anlamak istemiyorum. Böyle bir acıyı bilmek, anlamak, yaşamak çok ama çok korkutuyor beni, dehşete düşürüyor. Bu kadar bencilim işte. Bu kadar insanım.

Gece yatarken, “Oğlumu koru n’olur,” diyorum içimden. Ve sonra, “Bütün çocukları koru n’olur,” diyorum.

Diyorum ama korkum azalmıyor. Üzüntüm, endişem bitmiyor. Dünya değişmiyor çünkü. İnsanlar değişmiyor. İnsanlar insan çünkü. Ve “insan olmak” iyi bir şey değil aslında. İnsan olmak, bencillikle, inanılmaz bir kötülük yapma potansiyeliyle, sadece savunmayla sınırlı kalmayan bir öldürme/kırma/yıkma/incitme dürtüsüyle, rahata erdiği anda yaşadığı kötü anları/günleri/deneyimleri tamamen silebilecek bir unutkanlıkla eşdeğer. En kötüsü de, ne kadar iyi insanlar olmaya çalışırsak çalışalım, bu kötülük potansiyelinin uyku halinde de olsa hep içimizde var olduğunu bilerek yaşamak herhalde.

Ve bu dünyada bu potansiyellerini çocukları, bir sürü masum insanı (ve hayvanı) öldürmek için gözünü bile kırpmadan kullanan/kullanacak olan, para için girmeyeceği yol, yapmayacağı kalleşlik olmayan bir sürü türdeşimiz olduğunu bilerek yaşamak.

Utanarak, kahırlanarak, ama hiçbir şeyi değiştiremeden, üzüldüğümüzle kalarak.