Just let go, just be..


Hayat tuhaf. Dününüzden bugününüzü, bugününüzden yarınınızı, hatta şu anınızdan üç dakika sonranızı kestirmek mümkün değil çoğunlukla. Bir an diplerde dolaşırken, bir sonraki an içiniz kıpırdayıveriyor bir şarkıyla, gelen bir telefonla, beklemediğiniz anda gözünüzün içine bakıp gülümseyiveren bir çocuğun doğallığıyla.

İyiyi de kötüyü de yaşıyor insan, kimi zaman çok farkına varmadan, kimi zaman iliklerine kadar hissederek.

Her şekilde kıymetini bilmek lazım yaşanan anın. Tekrarı yok ne de olsa. Ne kadar benzerse benzesin öncekilere, hepsi tek. Her deneyim, her insan, her gülüş, her gözyaşı tek. Aynı gökyüzü gibi. Tek bir bulut olmayan masmavi bir göğe her baktığınızda aynı pürüzsüz resme bakıyor gibi hissetseniz de, her şey farklı artık orada. Hiçbir şeyin tekrarı yok aslında. Hiçbir bakışın, hiçbir dokunuşun, peş peşe onlarca kez dinleseniz de hiçbir parçanın yaşattığı hissin. Siz artmış oluyorsunuz çünkü her tekrarda. Azalmış, azaltılmış gibi hissetseniz de her deneyimde artıyorsunuz ve yaşadığınız, dinlediğiniz, gördüğünüz her şeye ekliyorsunuz yeni kendinizi.

Anı yaşamak klişe bir laf haline getirildi günümüzde, ama aslolan cidden o. Yaşamak lazım anı. Tekrarı yok çünkü. Ve unutmak lazım yaşadıktan sonra da bazen. Tekrarı olmaması kimi zaman rahatlatmalı, kimi zamansa kıymet bilmeye yaramalı.

Anı o an yaşamak lazım. Ağlarken içiniz çıkacak gibi ağlamak ve bittiğinde arınmış olarak yaşlı gözlerle gülümsemek, müzik dinlerken yalnızca müziği duymak, içinizde yarattığı hisse kapılıp etrafınızda kim olduğunu umursamadan hissettiğinizi yaşamak, çocuğunuza sarılırken size böyle sıkı sıkı sarılmaktan artık pek de hoşlanmayacağı günlerin gelebileceğini düşünmeyip kokusunu içinize çekmek, yumuk ellerinin teninizdeki yumuşaklığının alabildiğine tadını çıkarmak ve başınızın dönmesinin, gözlerinizin kararmasının keyfine varmak.


Anı, günü, dakikayı yaşamak lazım. Öncesini sonrasını kurgulamadan.