Tercih edebilme şansı (?)


Yazma seminerindeki derslerimizden birinde, edebiyatta dramatik unsuru oluşturan kararlardan, seçimlerden, yol ayrımlarından bahsediyorduk galiba. Mesela kim kendini "tam anlamıyla dürüst" olarak nitelendirebilirdi? Ben yapabilirdim bunu. Çünkü bana göre çevremdeki herkesin "dünyadaki en doğrucu Davut" diyeceği türden, engel olamadığım, kimi zaman yıkıcı olabilen bir dürüstlük dürtüsüne sahibim. İçimde durmaz hiçbir şey. Bir süre durmuşsa da, çürüyüp kokmaya başlamasına fırsat vermeden hemen çıkarıveririm onu oradan... mümkünse beni kirletmeden...

Ama sonra kafamı karıştırmıştı hoca aynı derste. "Hiç yalan söylemek durumunda kalmadıysanız, buna hiç mecbur olmadıysanız, tabii ki dürüstüm dersiniz...ama bu sizin gerçekte dürüst olduğunuz anlamına gelmek zorunda değil. Sadece bugüne kadar yalan söylemeye hiç mecbur kalmadığınız anlamına gelir..." gibisinden bir şeyler.... kelimesi kelimesine hatırlamıyorum. Ve sonra da eklemişti. "Hiç aç kalmadıysanız tabii ki hırsızlık yapmaz, ekmek çalmazsınız." Sophie'nin Seçimi'ni örnek vermişti hatta. Mecbur kalmasa çocuklarından birini seçer, diğerini ölüme terk eder miydi hiç Sophie?

Çok etkilemişti bu tespit beni. Çok doğru bulmuştum. Bir durum başımıza gelmedikçe aslında neler yapma kapasitesine sahip olduğumuzun ortaya çıkmaması normal. Yani tamam, normalde karıncayı bile incitmeyebilirsiniz, ama sevdiğiniz biri - mesela çocuğunuz - tehdit altındaysa çekip vurabilirsiniz karşınızdakini.

Hani bizde bir laf vardır: "büyük konuşmak/konuşmamak". İşte oraya geliyor olay. Her şey ama her şey bizler için gerçekten de ve hayatın ne getireceğini bilmeden "ben şöyleyim, ben bunu asla yapmam, aaa falancayı duydun mu, yuh nasıl yapar böyle bir şeyi" dememek gerekiyor galiba. Ben hep korkmuşumdur büyük konuşmaktan. Çünkü kendimden de korkarım. Hatta belki en çok kendimden korkarım. Çünkü insanım. Sağım solum belli olmaz ne kadar kontrollü olursam olayım. Ve hayatın bana neler hazırladığını bilemem benden habersiz.

Bunlar hep üzerine kafa yorduğum şeylerdir, ama son iki haftadır özellikle düşünür oldum yine. İki kitap yüzünden. İlkinden daha önce sadece ismen de olsa bahsetmiştim: Bir Geyşanın Anıları.

Bir Geyşanın Anıları'nı okurken çok büyük keyif aldım cidden. Kendi kendine akıp giden bir kitap. Kimonoların üzerlerine çizilmiş doğa motiflerinin capcanlı tasvirleri, Sayuri'nin Sayuri olmadan önceki ve sonraki hali ve çaresizlik yüzünden içinden çıkamadığı (bana göre) çekilmez hayat. Uzakdoğu'nun Batı'ya hep çok çekici gelen o sessiz, gizemli ama rengarenk gelenekler dünyası... O kadar görsel bir kitap ki filminin çekilmesine şaşırmamak lazım. Kitabı okuduğum gün ve geceler boyunca, okuyamadığım anlarda hep merak ettim "eee şimdi ne olacak" diye.
Peki kitabın yazımın başında bahsini geçirdiğim ikilemle ne alakası var? Çok alakası var, çünkü kitap aslında henüz 9 yaşında küçücük bir çocukken babası tarafından üç kuruş için bir okiyaya (geyşa evine) satılan bir kızın, hayatın kendi kendine aktığı fazlasıyla sade ve gerçek bir yer olan köyündeki "sarsak" evinden koptuğu an başlayan mücadelesini ve kendisine hiçbir tercih yapma şansı bırakılmayan yeni hayatını anlatıyor. 15 yaşında, henüz bir çırak geyşayken, terini ve salyalarını üstüne akıtan ruhsuz bir adamın altında acılar içinde durması gerektiğinde ortada bir tercih söz konusu değildir. Daha doğrusu, iki ucu boklu değneğin daha az boklu olan tarafını tercih etmiştir aslında... açlıktan ölmekten ya da geneleve düşmektense, geyşa olma yolunda adım atmak. Yani genelevdekilere oranla daha az adamla yatmak, işin daha çok "eğlendirme" kısmıyla ilgilenmek ve eğer birazcık şansı ve yeteneği varsa bir danna - yani hayatı boyunca masraflarını karşılacak, metresi olacağı zengin ve nüfuzlu bir adam - bulmak. Bu "danna" sözcüğüne de çok güldüm ilk gördüğümde. "Senin dannan kim?" ya da "Dannan var mı?" :D


Geyşalık çok ciddi bir eğitim gerektiriyormuş işin ilginç yanı. İstemediğiniz bir hayatı yaşayıp, kendi tercihiniz olmayan, kimbilir nasıl bir adamın metresi olabilmek için yıllarınızı vermeniz gerekiyor. Üstüne üstlük, eğitiminizden yiyip içtiklerinize kadar her şey borç hanenize yazılıyor. Ünlü ve başarılı bir geyşa olunca okiyanıza tüm borçlarınızı ödüyorsunuz bir güzel.


Öteden beri aklımı kurcalayan meselelerden biridir, ve evet bir meseledir bana göre: hayatını erkeklere verdiğin bedensel hazzın karşılığı olan parayla kazanmak. Tanıdığın/tanımadığın adamlarla parası için beraber olmak. Daha da kötüsü, buna mecbur olmak. Bir şekilde içine girdiğin/düştüğün/itildiğin/yuvarlandığın bu dipsiz kuyuda çırpınmak, çırpınmak, sonra çırpınmaktan yorulup bırakıvermek kendini o karanlık kuyunun pis sularına.


Çok beğendim ben kitabı, ama okurken düşünmeden de edemedim. "Ben olsam ya bir yolunu bulup kaçar ya da intihar ederdim." Büyük mü düşünmüşüm diye düşünüyorum şimdi. Hayatta kalmak insanoğlunun birincil içgüdüsü ne de olsa...


Ve ikinci kitap. Papazın Kızı. Öncelikle hemen belirtmem lazım. Bir Geyşanın Anıları'nı ne kadar beğenmiş olursam olayım, Papazın Kızı'nı okuduğumda "İşte yazarlık budur be kardeşim," dedim içimden. Tamam, Arthur Golden'ın üslubu çok akıcı, aynı bir best-seller yazarının üslubunun olması gerektiği gibi... son derece görsel ve insan kendini kitabın akışına kaptırıyor. Ama Orwell'in üslubu tartışmasız şekilde daha çarpıcı, sert, gerçekçi ve insanı acıtarak kavrayan türden. Her iki kitap da gerçek dünyada var olan/olabilecek kişi ve durumlardan bahsediyor olsa da, Golden'ın kitabında son derece düz bir anlatım hakimken Orwell'inkinde durup düşünmenize neden olan, sorgulamanızı isteyen cümleler, pasajlar var. İnancı, fakirliği, insanı sorguluyorsunuz onu okurken. Seminerdeki hocalarımdan birinin deyimiyle, "altı çizilecek" pek çok cümle buluyorsunuz

Düşünün ki 28 yaşında genç bir kadınsınız. Babanız taş kalpli, insanlara kötü davranmayı huy edinmiş, soğuk nevale bir papaz. Kilise ve eve ilişkin tüm angaryalar sizin üzerinizde ve babanızdan bunun için en ufak bir övgü almadığınız gibi sürekli paylanıyor, hor görülüyorsunuz. Ve bir gün birdenbire, kim olduğunuzu, nerden geldiğinizi hatırlamaz bir halde sokaklarda buluyorsunuz kendinizi. Ne dindar olduğunuzu biliyorsunuz, ne de eğitimli olduğunuzun farkındasınız. Hırsızlık yapıyorsunuz, dileniyorsunuz, açlıktan midenizin duvarları birbirine yapışıyor, sokaklarda, dondurucu soğukluktaki gecelerin tüm yoksulları vurduğu sokaklarda sabahlıyor, bulaşık suyu gibi de olsa bir fincan sıcak çay için yalvarır hale geliyorsunuz. Konuşmanız düzgün olduğu için hizmetçilik işi bile bulamıyorsunuz. Paranız ona yettiği için, hayat kadınlarının kaldığı bi pansiyonda kalıyorsunuz korku içinde. Çaresizlikten herkese ve her şeye boyun eğiyorsunuz. Nihayet bir iş bulduğunuzda, nefret de etseniz sistemin parçası olmaktan, başka şansınız olmadığı için, aksi takdirde "aç kalacağınız" için gözünüzü kapayıp vazifenizi yapıyorsunuz (ve ben bu noktada ilk iki işimi o kadar kolay bırakıp bir yenisine girebilmenin aslında sadece bir seçim değil, aynı zamanda o seçimi yapmama imkan veren imkanların getirdiği bir şans olduğunu görüyorum).


Bu kitap Sefiller'i hatırlattı bana biraz. Tam "hah, iyi bir şey oldu" derken yeni bir talihsizlik ya da gerçek çarpıveriyor karakterin suratına. Olayların değil, papazın kızı Dorothy'nin geçirdiği değişim üzerine kurulu kitap... Tam da arka kapağında yazdığı gibi:



"Orwell söz konusu olduğunda, biçem insandır."