Mağaranın ötesi

Öyküler bekler.

Bekledikçe geçmişte kalır, tek adım ileri gitmeden, ama yazıldığı anı da kaybetmeden.

Hayat geçiyor, ben büyüyorum, öyküler duruyor.

Sözcükler o anın içine sıkışıp kalmış, anlamlarını hatırlamama izin vermiyorlar.

Beklentiler.

Sıkıntının içinde aklıma düşen yerler. Düşüncelerimin benden çok uzaklara yaptığı günlük, anlık, bazen saatlik seyahatler.

Yine uzaklaşıyorum. Tam insanların istediği normal insan moduna girmeye başlamışken beynimdeki çentiklere takılıveriyor aklım. Takılıp düşmüyor ama, geri dönüyor ve nerede, kiminle huzurluysa ona koşuyor.
1 . . . ve 2 . . . ve 3-4 . . . ve 5-6 . . . o kadar. Gerisi boş.
Yüzyıllardır ayakta duran kocaman, kalın gövdeli ağaçların olduğu yemyeşil bir dünyam var. Benim ağacım belli, her sabah onun yanına koşup, her yalnızlığımda onun dibine oturuyorum. Arkamda koca koca eski binalar. Güzeller, çok, ama içlerinde fazla durmak boğuyor bazen. Karşımda devasa bir başka bina. İçi okuyamayacağım kadar çok kitapla dolu. Eski kitap kokuyor koridorları. Pencereleri var duvardan duvara ve dalgaların sesi bu çerçevenin içinde ebedileşiyor.
Gökyüzü çoğunlukla aydınlık, rüzgarın ittirdiği minik beyaz bulutlar var sadece hayalgücümü kıpırdatan.
Ağacımın dibindeyim, yanımda en sevdiğim timsahım, kaplanım ve tembel hayvanım, biraz ötede ise bana uzaktan bakmayı tercih eden tuhaf birkaç yaratık.
Güneş yavaş yavaş deniz tablosunun içindeki yerini alıp yarına hazırlanmak üzere derinlere dalarken, ben de kovuğuma girip kıvrılıyorum ilk halime. Serin, sessiz, huzurlu ve gerçek.
Kimsenin anlamasını beklemediğim kadar.