Çılgın Sabah



Efenim ben sabah insanıyım. Güne erken başlamayı, sessizliğin tadını çıkarmayı, ayılmaya çalışan zihnimin uykudan uyanıklığa taşıdığı tuhaf hal ve hayalleri severim. Severim sevmesine de... Tamtamla uyanmak nedir arkadaş?

Bugün uyandığımda hava karanlık. Zifiri. Ev ve hatta tüm dünya uykuda. Tam olarak değilmiş meğer. Bak yine o ses. Güm güm güm güm. N'oluyo ya dedi kafamın içindeki ses bir an. Anlayamamanın anlamaya çok yaklaştığı o ince çizgide durdum birkaç saniye ve sonra: heeee davul. Te allam.

Dedim ki neyse 5:30 falandır herhalde saat, zaten kalkma saatimi erkene çekmeye çalışıyordum. Bi baktım, 04:00! Olacak iş değil! Murakami miyim ben?! Ama erken yattığım için uykumu da az çok almışım herhalde, baktım dönüp duracağım, hop ayağa. Elimde telefonun feneri, ayağımın dibinde sabah şeriflerini hayırlamaya dünden razı Miyu Hanım, yollandım salona, çalışma masama.

Oturdum masaya oturmasına da, hiçbir şey görmüyorum ki. Eşimin gece kitap okumama yardımcı olsun diye aldığı sayfaya tutturulan cinsten minik fenerimsiyi önce defterimin tepesine iliştirip bir sayfa - kim bilir ne - karaladım, sonra da bilgisayarın tepesine geçirip çeviriye başladım. Afyon patlamamış, beden daha kaskatı. Bu ara tekrar takibe aldığım bir yoga hocasının on dakikalık boyun-sırt-omuz ısıtma/açma hareketlerini yaptım. Eh, güzel tabii ama yine de masada oturmak zor.

Alırsın odadan yastığını, geçersin salon koltuğuna, üstüne de çekersin battaniyeyi, kucağında bilgisayar, kitabın çevirdiğim kısmının olduğu fotokopilerde yine o tepe ışığı, tıkır da tıkır mıkır da mıkır.

Tabii tüm bunlar olurken Miyu coştu. Elif kalktıysa sabah olmuştur, e o zaman koşalımmmm, atlayalımmmm, yerde tangur tungur toplar yuvarlayalımmmm, lımmmm lımmmm lımmmm lımmmmm 🎶 Şen çocuk. Güneş zannediyo beni galiba. Halbuki içimden kaç dilde sövüyorum sabahın dördünde saçmasapan bir şekilde uyandırıldığım için bi bilse.

Ya Allahaşkına biri desin, biz bizeyiz şurada. Herkesin ama herkesin telefonlarına yapışık yaşadığı şu devirde, hadi diyelim ona yapışık değilsiniz, alarmlı saatler icat edileli tamı tamına 237 yıl olmuşken (bkz. gugıl, ilk alarmlı saatin icadı 1787), nedir ama nedir insanları hâlâ davulla tamtamla uyandırmak ya? Şaka mısınız? Hayır alarm seçenekleri içinde bangır bangır davul sesi olsa misal, kaç kişi onu seçip zıplayarak uyanmayı tercih eder?

Neyse, zar zor, eğile büküle, kör ışıkta üç sayfa çeviri anca yapabildim ve saat 6:20 falandı sanırım, 20-25 dakika kestirdim. Ve sonra normal saatinde çalan "normal alarmla" gün 6:45'te tekrar başladı! Kahvemi yaptım, eşim işe oğlum okula ve saat oldu 7:30. Gelin görün ki ilk uyan(dırıl)ışımın üstünden 3.5 saat geçtiği için beden yakıt istedi ve hiç huyum olmadığı halde bu saatte yulaf-muz-tahin-badem vs'den oluşan lapa yaptım kahvenin yanına. Artık öğlen de fil gibi yerim kahvaltıyı bu kadar erken edince herhalde. Peh.

Ne çok şikayet ettin be elif. Çeviri yapmışsın işte ne güzel, erken kalkan yol alır bıt bıt. He la he. Hep elif şikayetçi, hep Garfield suratsız. Bi allahın kulu da sormaz "haklı olabilirler mi acep" diye.

O zaman... günaydın! Ben günüme ikinci kez başlıyorum şu an, ya siz?



Doğadan Mektubumuz Var 💌



Sevgili blog dostları,

Bütün kış yağmayan kar şu an yağıyor Ankara'ya. Bahçe bir saat içinde yeşilden beyaza dönmeye başladı.

Beklediğimiz, bize göre olması "gereken" şeyler hep beklediğimiz zamanlarda olmuyor. Doğa bir kez daha bunu hatırlatıyor belki de. "Elifcim bu ne ego, koskoca doğa ananın işi gücü yok sana özel mesaj mı yolluyor, alemsin," dediniz belki. Evet, her an hepimize özel mesajlar var bence etrafımızda. Doğada, tanıştığımız insanlarda, duyduğumuz kırıcı sözlerde, hak etmediğimizi düşündüğümüz şeyler başımıza geldiğinde, bir arabanın tepesinde sakince yalanırken bir anda zıplayıp kaçan kedide. Her şeyde ama her şeyde kendimiz için alabileceğimiz irili ufaklı mesajlar gizli. Ve o sihirli posta kutusunun kapağını bir kez açtınız mı, sonra kapatsanız da mesajlar Harry Potter'a duvarların bacanın pencerelerin içinden geçip gelen ve durdurulamayan mektuplar gibi yolunu mutlaka bulup ulaşıyor size. Yeter ki dönüp bakın.



What is seen cannot be unseen. Bu lafı ünlü biri mi demiş de hatırlıyorum, yoksa şu an durduk oturduk yere benim iç sesimde mi yankılandı emin değilim. Ama tam da öyle. Bir kere gördüğünüz şey, sonrasında görmezden bile gelseniz artık "gördüğünüz, bildiğiniz, tanık olduğunuz" bir şeydir. Bunlar bazen iyi şeyler olur, güzel, umut veren, hayal kurduran, bazense kötü, hayal kırıklığı yaratan, korkutan, üzen, kızdıran şeyler. Ama gördüysen görmüşsündür, o kadar. Artık mesele o gördüğün şeyle ne yapacağın.

Bir süredir beklemedeyim. Sustuğunuz, tepki vermediğiniz, alttan aldığınız zaman, hele ki bu süre biraz uzamışsa, çoğu insan sanıyor ki görmediğiniz, bilmediğiniz ya da tepki verecek gücünüz olmadığı için. Ama ses etmiyorum diye görmüyor değilim. Tepki vermiyorum diye o güçten mahrumum demek de değil. Kışı es geçip tam da bahar kapıda dediğimiz sırada yağan yumuşacık kar gibi beklemede oluyoruz bazen sadece. Doğru zaman için. Doğru sözler ve tepkiler için. 

Dilerim sizlerde de ne varsa bir süredir bekleyen, demlenen,  kumların, çamurun ağır ağır dibe çökmesiyle suları tekrar berraklaştırıp içini net bir şekilde göstermeye başlayan her ne varsa, ona bakma cesareti bulursunuz artık kendinizde. Bugün hepimiz için dileğim bu, evet. Olanı kendi istediğimiz ve duygularımıza kaptırarak beklediğimiz şekliyle değil de, olduğu şekliyle görmek ve acelesiz, kararlı, sağlam adımlar planlamak.

Karlı bir Ankara gününden, geri kalanı kim bilir nasıl olan tüm dünyaya sevgilerimle,

Elif.





Sabahın körü şeysi





Günaydın gençler. 05:15'ten beri uyanığım. Niye bilmiyoruz, planlasam becerip kalkamam. Güzel oldu ama. O özlediğim sabah sessizliğinde (tabii ki karanlıkta) biraz günlüğüme yazdım, ufak ufak yoga, gökyüzünün renk değişimlerini seyredip biraz Miyu'yu yoğurma derken işte buradayım. Bir günaydın deyip işe güce öyle koyulayım dedim. 

Bu arada fotoğrafların arasında sadece on dakika var. Çogzel diil mi? 💕

Günaydııııııın! Ahahahaha anlamsız enerji patlaması.😂 Hadi güzel bir gün olsun hepimiz için. Tschüs!


Bence bu sabahın (ve bir sürü başka sabahın parçası) bu. Net.  

🎧 🎶

İç Dökümü



19 Mart 2024, Salı. Masamdayım. Ev sessiz. Eşim ve oğlum çoktan çıktı. Miyu Hanım ortalıkta yok bugün. Kalorifer yanı gizli kuytusunda uyuyor muhtemelen. Son birkaç yıldır okulda öğlen dersi istememin bir hediyesi bu sakin sabahlar bana. Her ne kadar ekran başında çalışmak - hele ki çeviriyse iş - özdisiplin anlamında epey yorsa ve yıpratsa da bünyemi, seviyorum bu alanı.

Arka planda hafif, nedense şu an biraz da hüzünlü gelen, bir müzik. Camdan içeri giren güneş, bilgisayarımın yanında duran koyu kahve, bahçeden gelen kuş sesleri, dostların blog yazılarından edindiğim hayat izlenimleri ve anlık gülümsemeler, çokça şükür ve minnet hali.

Bu aralar yine aklımda "gidenler" var. İhtiyaçları bitince gidenler, sadece ben arayıp sorduğumda görüştüğümüz için ben aramayı bıraktığım an gidenler, herkese ve her şeye vakit bulan ama bana gelince çok yoğun olduğu için gitmesi gerekenler, ler ler ler ler... Çok alıştı bünye buna, yadırgamayı bırakalı çok oldu yani. Eskiden olsa isyan ederdim, ama yorgunum artık.

Kanıksamak hem iyi hem kötü bir şey. Mesela başlarda dumur olurken, artık herhangi bir şeye 100 tl verip neredeyse asla hiç üstünü beklememeye nasıl da alıştık. Bozuk para gibi oldu. Ama alıştık, kanıksadık, yine gerilip üzülüyoruz memleketin haline ama eskisi kadar söylenmeden, çünkü ne yapacağız, ekmek mi almayacağız yoğurt peynir yumurtayı da mı çıkaracağız alışveriş listesinden. Peynir ekmek yahu, paran olmayınca ya da aç kaldığında elinin ilk gittiği şey. 

Ama alıştık. Mecburen. Ve alıştıkça normalleşmesine de bünyelerimiz alıştı. İşte gidenler de aynı böyle. En azından benim için. Hep vardı gidenler, çocukluğumdan beri. Ortaokulda küçücük bir kızken bile bir arkadaşımla sorun yaşadığımda o kadar derinden bir acı duyar ve oturup ağlardım ki annem şaşar kalırdı. "Kızım, bu kadar mı önemli senin için bu arkadaşın?" "Evet anne! Evet bu kadar önemli böhüüüüü".  Giovanni Bragolin'in meşhur The Crying Boy tablosu misali. Kıyamam.

Yaşla, genç yetişkinlik ve sonrasıyla böhüler bitti elbette. Ama o derin acıyı hemen her arkadaş kaybında duydum. Bir gün tarif etme çabasına girer miyim bilmiyorum ama şu an hiç canım çekmedi. Çünkü üstüne düşünmeye, onca kıymeti vermeye değmediğini göreli, anlayalı epey oldu. Gösterdiler. Anlattılar. Sağ olsunlar, çok güzel bir "eğitimden" geçtim sayelerinde. Kimi hocamdı, çok güvendiğim, kimi türlü türlü badirelerde yanımda olan/yanında olduğum, kadim dost dediğimdi, kimi her umutsuzluğa düştüğünde cesaret verdiğim, destek olmaya çalıştığımdı. 

Bilmediğim şuymuş. Bunların hiçbiri dostluk değilmiş. Bunlar benim hayat tarafından belirlenen eğitilme müfredatımın birer parçasıymış. Kimi zorunlu ders, kimi zorunlu seçmeli (dünyanın en anlamsız ama var olan şeyi bu da), kimi seçmeli, kimi kredisi bile olmayan dersler. Ama hepsi ders. Sıkıldığın da, eğlendiğin de, kırıldığın da.

Sınavları zormuş bu derslerin. Ve uzun. Ve kapsamlı. 

Bir diploma vermediler bu eğitimlerin sonunda bana. Ben de istemedim. Aldıklarım yeter bana, göğsüme bir nişan ya da duvarıma çerçeve içinde anlamsız bir yazı asmama gerek yok. Ben biliyorum ellerimle üst üste tuğla koya koya yükselttiğim hangi duvarımda ne var, kalbimin neresi kimden çiziklerle doldu, kimden kan revan içinde kaldı zamanında.

Yüz liranın üstünü almamaya alışır gibi alıştım benimle işine gelmediği an bağını koparanlara.  Akraba-aile içinde, işte, arkadaşlıklarda, hepsinde. Hatta romanım "Uyuşma"nın çıkmasıyla başlayan süreçte edebiyat "camiasında".

Kimseden bir beklentim yok artık. Gönül isterdi ki bu cümleyi yazmam için yıllarca kalp ağrısı, hayal kırıklığı, çaresizlik hissi, kendimi suçlayıp durduğum öfke nöbetleri gerekmemiş olsun. Gerekiyormuş demek. Bu hayatta herkesin büyük büyük sınavları var. Bana da bu "sözde dostluk" eğitimlerinin düşmesinden şikayetçi değilim artık. Başka bir şeyle sınanmaktansa bunu tercih ederim.

Ve bence artık (nihayet) mezun oldum "sözde arkadaşlar eğitimi"nden sevgili dostlar. İlk-orta-lise-lisans-yüksek lisans-doktora hepsi bitti bence ve ben bu akademide devam etmeye niyetim olmadığı için sonlandırdım süreci. Vedalaştım bana öğretmen olan herkesle içimde.

Tabii hayatımda koca koca yer açtığım insanların aslında kendi hayatlarında beni pek de matah bir yere koymadıklarını kafamı gözümü yara yara öğrenmiş olmam, başka türden dostluklara inancımı da tamamen yitirdiğim anlamına gelmiyor. Burada çok güzel dostlarım var mesela, bunu biliyorum. Benden kilometrelerce uzaktaki ülkelerde yaşadığı halde beni düşünen, merak eden, yolculuğunu benimle paylaşmak için kıymetli vaktinden ayırabilen güzel dostlarım var, onu da biliyorum. Ve yıllarca dostum sandıklarım aslında hiç yokmuş, ben onlara çok değer verdiğim için onları da dahil ettiğim bir Miyazaki illüzyonu yaratmışım kendime, artık onu da biliyorum. 

Dostluk benim sandığım, kafamda büyüttüğüm, varsaydığım şey değilmiş. Biraz(!) zor öğrendim, çok kalp ağrısı çektim, ve "başkalarının" üstüme egolarını, güvensizliklerini ve hırslarını hiç çekinmeden kustuğu söz ve eylemleri için "kendimi" çok ama çok yıprattım. Beni uyaranları dinlemedim, burnumun dikine gittim. Meğer o eğitimin ön koşuluymuş dikbaşlılık, keçilik. O kadar kolaycacık kabul almam ondanmış sahte arkadaşlıklar okuluna, artık gördüm.


Birazdan, ana karakterin Hemingway'in ta kendisi olduğuna ilişkin şüphelerimin her yeni sayfayla daha da kuvvetlendiği çevirimin başına oturacağım. Ve bu yazıya ne niyetle oturduğumu bile hatırlamadan basıyorum şimdi "yayınla" tuşuna. Artık ne çıkarsa bahtınıza. Mis gibi bir de parça bıraktım. 

Sahte yakınlıklardan uzak, bol Totorolu günler dilerim efenim. 💜 

Not: Çeviriye oturamadı, çünkü sınav kağıtlarını okuyup bitirmek öngördüğünden daha çok vakit aldı. Yet another böhüüüü moment anacım.)


OBD Sendromu (İsmin her hakkı saklıdır)



Dışımın sakin içimin karmaşık olduğu, üst kat komşumuzun torununun evin bir ucundan diğer ucuna bağırarak ve ayaklarını yere vurarak deli gibi koşmasını (yine) dinlemek durumunda kaldığımız bir pazar gününden selamlar. Sabah, gündüz, gece, hafta içi, haftasonu fark etmiyor maşallah. O küçücük çocuğun minicik ayaklarından o gümbürtüler nasıl çıkabiliyor, neden bir çocuk "sürekli" koşar, "sürekli" bağırarak konuşur ve neden büyükleri bu konuda bir şey yapmaz, bilmiyoruz. "Özgür ailelerin (!) gizemi". Pıffff.

Neyse, yazının konusu bu değil, merak etmeyin. 

İnsanın kendinde/çevresinde/rutininde/anlayışında vs. değiştirmesi gereken şeyleri net şekilde görüp bilmesi ve fakat çok az değişiklik yapabilmesi, hatta bazen o değişime direncin daha da sağlamlaşması için elinden geleni ardına koymaması çok ilginç bir şey. Bu ister para kazandığınız işle ilgili çalışma disiplini olsun, ister tek kuruş elde etmediğiniz ama yapmayı çok sevdiğiniz, size iyi gelen şeylerle ilgili disiplin. Direnç acayip bir şey. 

Yazmaya direnç, okumaya direnç, egzersiz/yoga vs. yapmaya direnç, erken uyumaya direnç, meditasyon yapmaya direnç, sosyal medyada gereksiz insanları takipten çıkarmaya direnç, sosyal medyadan uzaklaşmaya direnç. Kısaca OBD mi desek? "Ota Boka Direnç."

Eğer bir influınsır olsaydım, hemen viral olurdu bakın bu. "OBD sendromu" nedir, nasıl anlaşılır?" / "OBD'yi aşmanın yolları"/ "OBD sendromunuz var mı, beş dakikalık testle hemen anlayın" / "OBD'yi nasıl yendim?" / "Kanalıma ve e-posta listeme üye olun, OBD el kitapçığını bedava kapın" / "Yorumlara üç arkadaşının adını yazıp OBD'sini dünyayla paylaşan beş kişiye OBD'yle Mücadele Eğitimi % 50 indirimli! Kazanmak için son beş saat!"  

Bak gaza geldim şimdi, YouTube kanalı mı açsam? 😂 Ben ona da üşenip direnirim muhtemelen, siz açarsanız izlerim ama. Öldürecek vakit çokmuş gibi. Hadi yine iyisiniz, hem bedava fikir buldunuz hem de ilk abonenizi!

OBD'nin tekli ve çoklu türleri var bu arada. Tek bir şeyeyse direnciniz - misal sadece daha erken kalkmaya, sadece yürüyüşe çıkmaya vs. - demek ki sizde OBD-T (Ota Boka Direnç-Tekli) var. Çarşı her şeye karşı modundaysanız, iş biraz daha karmaşıklaşıyor ve karşımıza OBD-Ç (Ota Boka Direnç-Çoklu) çıkıyor. Bunlar zaman zaman yer değiştirip hayatımıza girebilirken, bazı azim çörekliği dönemlerinde tamamen ortadan da kaybolabiliyorlar. Ama sinsi bir sendrom bu OBD maalesef. Tamamen yok olduğunu sandığınız o acayip verimli, huzurlu, kendinizden pek bir memnun olduğunuz tatminkar dönemlerde aslında sadece zihninizin karanlık kuytularına çekilmiş, boş bir anınızı kolluyor oluyor. Bir anlık zayıflık, bir anlık yorgunluk, mazallah bir minik özgüven eksikliği, ve hooop OBD is back in da house.

Efenim çok popüler bir şey malum, "sizde durum ne, yorumlara yazıp bizimle paylaşsanıza!" demek sosyal medyada, çünkü etkileşimi arttırıyor(muş). Burası "asosyal medya" olduğu ve etkileşen bir avuç insan olduğumuza göre, kendinizi ticari/sosyal kaygılar için kullanılmış hissetmeden gönül rahatlığıyla sizde bu sendromun hangi halleri var paylaşabilirsiniz. Maksat iki kikirdeyip direnmeye devam etmek. Raad olun biz bizeyiz. 😏

Şuraya da "hiçbir şey yapmamaya direnme" üzerine hoş bir yazı bırakıyorum meraklısına:

https://www.independent.co.uk/voices/silent-retreat-meditation-home-lockdown-b1789416.html