Yazmak zorunda mıyım?


Evet, zorundayım.

Konuşmayı ne kadar seversem seveyim, kendi kendime konuşmadığım sürece - ki onu da az yapıyor sayılmam!! - kendimi tam olarak ifade edemediğimi düşünüyorum. Aslında bana kalırsa ben gayet iyi ifade ediyorum, hatta bazen fazla iyi ifade ediyorum ama...bu ne karşıdakini mutlu ediyor, ne de beni tatmin...

Peki tatmin olmak için mi yazıyorum? Keyif mi alıyorum yani yazarken? Yoo... çoğu zaman işkenceye dönüşüyor aslında. Düşünürken tıkır tıkır yerine oturan şeyler, kalem kağıda ya da parmaklarım tuşlara değdiği anda dağılıveriyor. İşte o zaman öylece kalıyorum ortada...ne devam etmek mümkün oluyor, ne de yarım bırakıp kalkmak. Nihayetinde kendimi devamlı kendimle kavga ederken buluyorum. Ben kendimle, başkalarıyla, ve hiç olamayacağım bir benle kavga ediyorum, başkaları ise sadece benimle.

Beynimin içinde konuşup duran bir kadın var. Ne kadarı benim, ne kadarı çevremdekiler, ne kadarı annem, ne kadarı babam bilmiyorum. Ama devamlı konuşuyor. Sorguluyor, yargılıyor, kızıyor, sövüyor, üzülüyor, ağlıyor, kırılıyor, daha çok kırılıyor, ve bir noktada kendi hüznüne kapılıp beni unutuyor. Bırakıveriyor kendini. Sanki bir daha hiç gülemeyecekmiş, güvenemeyecekmiş gibi. İşte o kendini bıraktığında oluyor genelde benim yazmaya oturmalarım. Onu toparlamak, yaralarını sarmak, gözyaşlarını silip sen güzelsin, sen iyisin, cici cici diye teselli etmek için.


Sorun şu galiba...onu toparlamayı başarmaya başladığımı hissettiğim noktada ben dağılmaya başlıyorum. Geçen dönemki sınıfım, kendi yaptığım bir şeyden bahsederken yanlışlıkla "biz" deyip, sonra da "ben ve öbür kişiliğim yani" diye dalgaya vurduğumda çok gülüyordu . Belki de ben aslında yeterince vuramıyorum dalgaya. İnsanların gerçekte - ya da gerçek gerçekten bu mu acaba? - ne olduğunu görmek bir yana dursun, görmeye yaklaşmak bile bende duvara çarpmışım hissi yaratıyor. Bir anda, anlamsız bir şekilde her şeyi kendi sorunum olarak görüp kendimi sorgulamaya başlıyorum. Bütün doğrularım tersyüz olup kafama geçiyor, bütün yanlışlarım ince bir zar gibi beynimin etrafını sarıyor...ve ben kendimden soğuyorum.

Sıkılıyorum bazen kendimden. Ama insanların olmamı istediği şeyi görünce asıl beni tekrar sevmeye başlıyorıum, ama bu sefer de onlardan soğuyorum. Odaların içinde insan sesleri arasında küçülüp, usulca masanın altına girmek, yerdeki iğrenç toz zerreciklerinin arasına karışıp soluk bir griye dönüşmek istiyorum.

Saat 23:27 olmuş. Çeviri yapmam lazım.

Gittim...

Yazamayanın Köşesi

Hoşgeldim. Varsanız siz de hoşgeldiniz. Bu blog fikrini bana üniversiteden arkadaşım Yiğit verdi. Ne de iyi etti, ama bakalım becerip de düzenli girebilecek miyim bu kayıtları. Yaz(ama)ma konusundaki düzensizliğim ve disiplinsizliğim beni yakından tanıyan ve yazmak için duyduğum anlaşılmaz arzuya ilişkin dırdırlarımı dinlemiş olan herkesin malumu. Belki de fazla kendi içimde yazılıyordu her şey, ya da yazdıklarımı sadece ben gördüğüm için bir yere gelemiyordum. Bu demek değil ki burada edebiyat döktüreceğim...ama kimbilir.. belki de bir iç döküşle başlarım ve sonrasında beynimin içinde yıllardır zonklayan yazma güdüsü gaza gelip dışarı atar kendini. Yani benim istediğim şekilde... Sanırım buraya bunları yazarak kendimi bir tür stresli sorumluluk altına sokmaya çalışıyorum. Sanki eğer "yazacağım"ı insanlara duyurursam geri dönüşü olmayacak ve mecburen, mahcup olmamak için yazacağım gibi..komik tabii.. içimde yaşadıklarımın bu kadar dışarıya tabi olması ve benim bu kadar aciz olmam...napalım...demek ki ben doğuştan yazar değilim, çook ama çook çalışması gerekenlerdenim. Katkınız benim için çok değerli... Görüşmek dileğiyle...