Girdap

- Yazıldığı tarih: 22.03.2011 -


Gitmek.

Kimsenin anadilimi bilmediği, benim de anadilini bilmediğim bir yere gitmek.

Müze gezip anıt görmek, buzdolabı mıknatısı alıp sergi dolaşmak, vizeye/pasaporta/yola/otele tonlarca para akıtmak zorunda kaldım diye at koşturur gibi oradan oraya yetişmek için değil.

Sadece gitmek, uzaklaşmak ve dışarıdan bakabilmek için. Kısa bir süreliğine de olsa yabancı bir yerde yaşamak, alışık olmadığım kahvaltılar etmek,  hem derin sohbetlere girip hem de bir daha görmek zorunda kalmayacağım yeni insanlarla tanışmak, bilmediğim yerlerde kaybolmak ve kaybolurken yeni heyecanlar bulabilmeyi en azından umut edebilmek için.

Gitmek. Sokaklarını bilmediğim ama muhtemelen defalarca hayal ettiğim bir yere, köprülerinden hiç geçmediğim ama gecelerce rüyalarımda gördüğüm bir şehre, havasını hiç solumadığım ama solumuşum gibi özlediğim paralel bir gökyüzüne. İnsanların seslerinin farklı çıktığı, duysam da anlayamayacağım, dolayısıyla da kırılamayacağım sözlerin kullanıldığı, binaların, pencerelerin, yolların, ışıkların, müziklerin, ayak seslerinin, yüzlerin farklı olduğu, sadece ama sadece sokak kedilerinin aynı olduğu, bir bankta otururken gelip yanıma sokuluverdiği yabancı bir şehre. Ve sonra şehrin içinden anlayamadığım bir şekilde geçtiğim serin, alacakaranlık gölgeli bir ormana ve onun barındırdığı büyülü sesli, birer siluetten ibaret yaratıkların yaşadığı kovuklara, ağaç altlarına.

* * *

Aynı anda pek çok farklı yerdeyim. Bilerek ve isteyerek.

İşteyim, çalışıyorum; karşımda kimi bezgin, kimi bilgiye aç bir sürü öğrenci… ne hayalleri var, ne hayal kırıklıkları, tahmin etmeye çalışıyorum bazen onlar sessizce çalışırken. Bir ufacık bakışlarına ağır anlamlar yükleyip hikâyeler yazıveriyorum kafamda onlar için. Birlikte çalıştığım, kimi şişkin, kimi yaralı egolu, ama illa ki egolu meslektaşlar, elimde sıkıcı ders kitapları, dilimde içimden asıl geçenleri anlatmaya çalışan kırık, beceriksiz sözcükler…
Ve evdeyim; deli gibi bir oraya bir buraya koşturan, büyümüş de küçülmüş oğlumun bitmez tükenmez sorularına cevap yetiştirmeye çalışan, Mart-kedi ilişkisini dibine kadar doğrulamak istercesine avaz avaz bağıran kedime avaz avaz bağırırken kalbi sıkışan, müzik/ocak/kapı zili/büyüyen ufaklık/çalan telefon/ bangır bangır bağıran oyuncak seslerinden oluşan tantanayla mutlak bir sessizlik arasında gidip gelen… Akordeoncu çocuğa ne oldu ki? Ne zamandır sandalyesi boş bu cümbüşün içinde.

Sonra kütüphanedeyim. İkinci evimde. Eski yeni bir sürü kitabın, mutlu mutsuz bir sürü insanın arasında. Sessiz. Çok sessiz. Yeterince dikkatli dinlemezseniz tabii. Kulak kabarttığınızda rafların arasında nefes alanları, kitapların üzerine eğilmiş ve etraflarını unutmuş haldekilerin mırıltılarını, masalarda bırakılmış kitapları toplamaya gelen ufak arabanın tekerleklerinin çıkardığı belli belirsiz sesi, tepedeki ufak pencerenin dışında kendi kendine konuşan güvercinin gurultularını duyabilirsiniz… ve biraz daha dikkatli dinlerseniz kendi kalbinizin sesini. Ve yağmuru. Ve güneşi. Ve bulutların kayarken çaldığı ıslığı.

Ve birden sokaktayım. Yıllardır, “Sevmiyorum,” diye ayak dirediğim gri Ankara’nın gürültülü, seyyar satıcısı bol, kılık kılık, tür tür insanı barındıran soluk renkli sokaklarında. Seviyorum artık. Sanırım hep sevdim, ama kabul etmek istemedim. Bu kadar sıkıcı renklere, bu kadar çirkin binalara, bu kadar donuk insanlara sahip bir şehri bu kadar sevebileceğimi itiraf etmek istemedim belki de. Benim kadar sıkıcı, benim kadar donuk, benim kadar kuralcı. Bana çok benzeyen bu şehre bu kadar ait olmak işime gelmedi herhalde. Hep kaçmaya çalıştığım o “bağımlılık” hali. Kaçamadığım.

Ve bol köprülü, bol sulu, içinden koca bir nehir geçen bir masal şehrindeyim sonra. Birbirine değilse de birilerine âşık birileri var bu şehirde ve bana hikâyelerini anlatmayı bekliyorlar umutla, sabırla. Bir gün koşturmacasından, zaman kaybı bir sürü tuhaf meşguliyetinden zaman bulur da bizi yazmaya devam eder belki diye bekliyorlar. Beklerken de yaşamaya devam ediyorlar elbet. Her sabah uyanıp kahvaltı etmeye, ya da kahvaltı etmeden merdivenlerden inip bisikletlerine atlamaya ve karla kaplı parkların içinden geçerek işlerine güçlerine gitmeye. Beni mi bekleyeceklerdi? Beni ve bir türlü gelmeyen keyfimi?

Sonra bir dolmuştayım, ya da bir otobüste. Kulağımda beni hayal kişilerime yakınlaştıran müziğim, elimde gerçek ya da hayal ürünü birtakım insanların öykülerini anlatan kitabım, yanımda kim olduğunu bilmediğim, kim olduğumu bilmeyen bir adam/kadın/çocuk, kucağımda nedense olmak istediğim insanın bir kısmını taşıyan ağır çantam, ve dışarıda bazen ağır, bazense istemediğim kadar süratle akan trafik.

Nerede olursam olayım tek bir yerdeyim. Kendi içimde. İnsanların beni gördüğü şekliyle değil, gerçekte olduğum ve çoğunluğun bilmediği halimle. Hep bir şeyler kurup sorarak, çoğunlukla kalp çırpıntıları içinde, arada dışa vuran sakin görüntüme nasılsa kendim de kanarak, ama nedense hep olamadığım bir benin özlemini duyarak. Hayallerinin elinden tutan değil, onların boynuna atlayıp sıkı sıkı sarılan, insanların ne dediğini, kendisi hakkında ne düşündüğünü umursamayan, hayatını hiç kimsenin yönlendirmesine izin vermeyen, göründüğü kadar güçlü bir benin.

* * *

Kendi içinde gitmek. Sürekli olmasa da sık sık tökezleyerek, geçmişi artık gerçekten de geride bıraktığını düşündüğün bir anda kulağına çalınan bir sesle, burnuna gelen bir kokuyla, gözünü dolduran bir görüntüyle kalbinin tam yerini ve ebadını hissetmek, hiç durmadan kendini yara bere içinde bırakmak ve önce dibe vurmak, sonra da bir gayret yüzeye çıkıp o hayata döndüren derin, boğaz yakan cinsten nefesi almak,  iyileşmek için yine kendine ve hayallerine sığınmak… gitmek arkada bırakmak demekken, bir türlü bir şeyleri arkanda bırakıp kendini olduğun gibi kabullenememek…

Gidememek. Kendi içinde çakılıp kalmak ve kendinden başka hiç kimsenin buna çare olamayacağını bildiğin halde kendini kendine hapsetmek. Belki mecburen, belki de bile isteye.