Anlamasan da Orada Olmak



Önden uyarayım, uzun bir yazı olacak. Kolay değil, yıllar öncesinden bugüne geleceğim. Çocukluktan 20'lere, ve oradan  40'lara.

Yıl 1998. 21 yaşındayım. Üniversiteden mezun olmuşum ve beş dönem arkadaşımla birlikte yüksek lisansa kabul almışım. O zamanlar yüksek lisans şu anki kadar rahat erişilebilen bir şey değil, o yüzden daha kıymetli. Hepimizin hayali bölümde kalmak. O koridorda bir odaya kitaplarımızı, fotoğraflarımızı, kahve kupamızı yerleştirip kendimize ait bir masada edebiyatı kurcalamak. Hala gözlerimi kapattığımda o beyaz duvarlı ince uzun koridorda bana bir masa verildiğini ve bütün gün kah derse girip kah kağıt okuduğumu ve geri kalan zamanlarda kitapların şiirlerin, romanların, oyunların derinlerine indiğimi gözümün önüne getirebiliyorum. Hayalin koridor, oda, masa, ders verme ve kağıt okuma kısmı gerçekleşti aslına bakarsanız. Ama Hacettepe'de değil, 17 yıldır bana yuva olan ODTÜ'de. Mekan farklı ve edebiyat kısmı yok. Bir hayalin en  önemli kısmı nedir? Mekan mı, etrafınızdaki kişiler mi, yoksa sizin o dünyanın içinde yapmak istedikleriniz mi? Belki hepsi.

Hacettepe İngiliz Dili Edebiyatı'nı çok isteyerek yazdım, çok severek okudum, neredeyse hiçbir dersi kaçırmadan.. Herkes ders asarken ben hocaların ağzından çıkan her şeyi dinleyip yuttum, kendi kafamda evirdim çevirdim, yeniden şekillendirdim ve bundan müthiş keyif aldım. Okulumun koridorlarını, soğuğunu, arkadaşlarımı, sonradan kapanan Feycan'ı, parmaklarımı kütüphanedeki kart katalogların arasında gezdirmeyi, kimi "Can" kimi mesafeli tüm hocalarımı, bazılarından korksam da çok sevdim. 

Yüksek Lisans'a başladığımda, belki artık daha az kişi olduğumuzdan, hocalar sanki daha ilgiliydi her birimizle. Dersler daha ayrıntılı, okumalar daha çok ve ödevler yığınlaydı. Şu hayatta hiçbir şeyin tesadüf olmadığına inandığım gibi, o dönem hocalarımızın açtığı dersler arasında Feminist Teori olması da tesadüf değildi bence. Ve benim onca konunun arasından, özellikle Türkiye'de neredeyse hiç araştırılmamış olan Siyah Feminizm'i tez konusu olarak seçecek olmam da.

Çok küçük yaşlarımdan beri en büyük takıntım adaletti sanırım. Ve özgürlük. Neden ben böyleyim, neden herkes eşit olsun istiyorum diye pek sorgulamadım; ama "neden babam kardeşim kendi su içtiği bardağı mutfağa götürünce kızıyor ya da benim götürmemi istiyor, neden anneme sadece ben yardım etmek zorundayım ama erkek kardeşimden bu beklenmiyor, neden kadınlar için en iyi meslek öğretmenlik gibi şeyler soru işaretleri oluşturuyordu. (Elbette bugünkü deneyim ve bilgimle babamın da bunu kendine öğretildiği şekilde uyguladığını, beni kızdırmak için özel bir çabasının, hele ki kötü bir niyetinin hiç olmadığını çok net görebiliyorum artık :) Ama 15'imde bunu anlamam mümkün değildi.) Bir noktada, belki lise çağılarımda, tam hatırlayamıyorum, anneme gidip şunları söylediğimi hatırlıyorum: "Anne, birazdan söyleyeceğim şeyi yaparak senin işini daha da zorlaştıracağımın farkındayım ve bunun için özür dilerim, ama bunu yapmak zorundayım. Bu evde kardeşim ve babam da dahil herkes eşit iş yapmadığı sürece ben de yapmayacağım, bil istedim."

Tabii o zamanlar düşündüğüm, hissettiğim her ama her şey konusunda inanılmaz ateşliydim. Bilmiyordum ki kendimden başka hiç kimseyi değiştiremem, bir insan kendisi değişmek istemediği sürece zincire de vursan, bağırsan çağırsan isyan da etsen, değişmez. 

Dönelim benim uzatmalı yüksek lisans tezine. Feminist teori okuyoruz. Kadınların neler çektiğini, ne haklardan yüzyıllarca mahrum bırakıldığını, eşlerinden ayrılırlarsa çocuklarından bile vazgeçmek zorunda oldukları dönemleri, yakılmalarını, satılmalarını, zulüm görmelerini.. Hem dehşet içindeyim, hem de büyülenmiş gibiyim. İçimdeki o doğuştan feminist kıpır kıpır, alevi okudukça, dinledikçe büyüyor. Onunla birlikte öfkesi de tabii.

Küçüklüğümden beri hikaye ve roman delisiyim, o yüzden feminizme eşlik etmesi için tiyatroyu seçtiğimde ben de şaşırıyorum biraz. Tiyatro izlemek ayrı bir şey bence, okumak apayrı. Okurken kadının/adamın giydiği şeyi, ses tonunu, el kol hareketlerini hem bilmek hem de yine de hayal edebilmek ayrı bir şey. Sanki hayattan gerçek bir kesit sunulmuş sana ve onun içine girip yaşama şansı verilmiş gibi. 

Ve hocama kararımı bildirdiğimde, yani Siyah Feminist bakış açısıyla birkaç oyun incelemesi yapmak istediğimi söylediğimde, başta tereddüt etti. "Elif bu konu çok dar, hem İngiliz yazarlar olacak, hem siyah olacaklar, hem tiyatro yazacaklar, hem de sen siyah feminist bakış açısıyla sınırlayacaksın.. Değil Türkiye'de, yurtdışında bile kaynak bulman çok zor, emin misin?" dedi. Eminim, dedim. Sizler öğretmediniz mi bize, metinler içinden yeterli desteği sunduğumuz sürece her eseri "kendimiz" yorumlayabileceğimizi, edebiyatın bu olduğunu, başkasının fikirlerini "alıntılamayı", ama nihayetinde kendimizinkileri "dile getirmeyi". İşte onu yapacağım hocam. Bunları içimden söyledim. Hocam sadece "eminim" kısmını duydu, bildi. Tereddütüm yoktu. Lisans boyunca istisnasız her sınavda hocaların falanca eserle ilgili kendi yorumlarını değil, kendi okuduğumdan anladığım neyse onu yazmış ve hep iyi sonuçlar almıştım. Benim dediğimi yazacaksınız gibi bir dayatma yoktu hocalarımız arasında; sanırım bölümümün en sevdiğim yanlarından biri de buydu. Cesareti olana hodri meydan, yeter ki fikrini desteksiz bırakma.

Ve tezi yazmaya başladım. Kökleri Hindistan, Pakistan, Jamaika ve Dominik Cumhuriyeti'nde olan ama aileleri İngiltere'ye yerleştiği için ya sonradan bu ülkeye gitmiş ya da direkt orada dünyaya gelmiş, İngiliz vatandaşı olan dört kadın oyun yazarı buldum. Dört bambaşka dünya. Oyunları kaçar kez okudum bilmiyorum. Her okuduğumda yeni bir şey buldum. Kaynak, hocamın da uyardığı gibi, çok azdı. Ve ben dört kadının yazdıklarını kendi başıma analiz etmek üzere bir başıma gibiydim. En sevdiğim. Etki altında kalmadan, özgürce kendi analizlerimi yapabilecektim.

Gelin görün ki, tez ilerledikçe bazı noktalarda tıkandığımı fark ettim. Çok keyif alıyordum, o netti. Ben de genç bir kadın olduğum ve Türkiye gibi gelenekleri çok katı, erkekleri çok baskın bir memlekette büyüdüğüm ve yaşadığım için anlayabildiğim çok şey de vardı. Ama yine de ben "siyah değildim." Tenimin rengi siyah değildi. Bana bir insanı niteleme anlamında gerçekten hiçbir şey ifade etmeyen bu ayrıntının, bu kadınların ve milyonlarca başka kadının hayatlarındaki yeri kavramaya çalıştığımda bocalamaya başladım. Diyordu ki okuduğum bir kaynak: "Siyah kadınlar tablonun en aşağısında yer alıyor. Bu tabloda beyaz erkekler en üst seviyede, beyaz kadınlar onların hemen altında, siyah erkekler üçüncü sırada ve en altta da siyah kadınlar var." Dehşet içindeydim. Bu kadınlar sadece ırkçılıkla değil, erkek egemen yaptırımlarla da dışlanıyordu. Kendi ırklarından olan erkekler tarafından bile.

Ve o zaman daha da tıkandım. Nasıl anlayabilirdim ki ben bu insanları? Daha ırk nedir, neden bizi ayırır onu kavrayamazken, siyah insanların arasındaki ayrımcılıkları da okudukça iyice çorba oldum. Örneğin, Afrika'nın bazı yerlerinde albino çocukların "siyah olmadıkları için" nasıl dışlandıklarını ve lanetli kabul edildiklerini okudum ve dedim ki hepimizin içinde mi var bu yani? Ezilsek de, ezsek de..

O sıralarda özel bir dershanede öğretmenliğe başlamıştım ve tabii ki bir sürü yabancı hoca da vardı. Bir öğle arasında Afrikalı olan arkadaşlardan birine, "Vaktin varsa bir şeyler sorabilir miyim?" dedim. "Tezimle ilgili fikre ihtiyacım var." Tabii ki dedi. Ve ben ilk sorumu sordum. Aldığım cevap öyle çarpıcıydı ki sonrasında ne sorduğumu ya da başka bir şey sorup sormadığımı inanın hatırlamıyorum. Aklımda kalan tek diyalog şu:

Soru: "Bir tez yazıyorum ve konum siyah kadınlar. Ama ben beyaz olduğum için sizlere yapılanlar karşısında ne hissettiğinizi, ne düşündüğünüzü tam olarak anlayamıyorum tabii. Bana bu konuda bir şeyler anlatabilir misin, sakıncası yoksa?" (Kıracağım inciteceğim, yanlış bir şey söyleyeceğim diye de ödüm kopuyor.)

Cevap: "Beyaz mı? Sen beyaz değilsin ki.."

Donup kaldığımı hatırlıyorum. Beyaz ya da siyah olmanın benim için (en azından farkında olduğum) bir önemi/anlamı olduğundan değil, ama aynaya baktığımda gördüğüm ten rengiyle karşımdaki adama baktığımda gördüğümün, yin-yang sembolü içindeki siyah ve beyaz kadar zıt olmasındandı bu şaşkınlık. 

"Nasıl yani?" dedim. O da dedi ki, "Beyaz diye ifade edilen grup  Avrupa ve Amerika'daki üst-orta sınıf beyaz insanlar."

"Peki.. o zaman ben neyim? Siyah olmadığım kesin..?"

"Ortadoğulusun."

Sen beyaz değilsin, Ortadoğulusun. Başka bir ülkede doğup büyümüş bir yabancının bana, benim kendime hiç bakmadığım bu şekilde bakması bende şok etkisi yaratmıştı. Neden şok? Türkiye Ortadoğu'da değil mi, neye şaşırdın Elif? Ama ten rengiyle ilgili bir şey değil miydi bu ırkçılık? Peki ten rengimin benim için bunca yıl hiç farkında olmasam da bir önemi mi varmış? Beyaz olmadığıma mı bozulmuştum, Ortadoğulu denmesine mi, arada derede kalmış ne beyaz ne siyah olmaya mı? Hiç bilmiyorum ne beni bu kadar şaşırtmıştı, ama o arkadaşımın hiç düstursuz söyleyiverdiği bu gerçek, bende yeni bir ışık yaktı. Irkçılık denen şeyin tamamı politikti. Cinsiyetçilik denen şeyin de. Ayrıma yol açan, insanları birbirine düşüren her şey ama her şey politikti ve biz insanlar gizliden gizliye bizim için örülen bu ağlara patır patır düşüyorduk, alet oluyorduk. 

O kısacık konuşma - dediğim gibi, devam etmiştir illa ki, ama ben hatırlamıyorum - beni yeni derinliklere itti. İçinden çıkamadığım başka kuyulara. Kendi ülkemin o yaşa kadar hiç görmediğim gerçekliklerine. Sanki o dörtlü tablonun en altındakine yakın, ama yine de o olamayacak olan, çok şükür ki zulüm görmeyen ama kadınların çok ezildiği bir toplumda yaşayan.Ve anladım ki bir şeyleri umursamıyor gibi görünen insanlar, aslında o şeylerin hiç farkında bile olmayabilir. Onlara bazı şeyler hiç anlatılmamış olabilir ve vakti gelince kendilerinin araştırıp okuyup öğrenmesi gerekecektir. 

Sonra araya hayat girdi ve bir sürü farklı sebepten ben jürimi kaçırdım, daha doğrusu bilerek gitmedim, ve tez yarım kaldı. Hayatımda ilk defa bir şeyi tamamlayamadım ve "atıldım". O dönemde başka şeylerle uğraştığım için bu beni sandığım kadar üzmedi ama bitiremediğim o tez hep aklımın bir ucunda dürttü durdu beni. 

Af çıkması için atılmamın üzerinden tam beş yıl geçmesi gerekti. Beş koca yıl. Ve ben yarım bıraktığım işe, tez döneminde olduğum için sadece bir dönem (yani ortalama dört ay) verilen tezime geri döndüm. O kadar yorucu ve yoğun bir dönemdi ki o dönemki öğrencilerimin bana anlayışlarına hala minnet duyarım. Sürekli yorgun, sürekli gergindim ve bu derslerime de yansıyordu tabii. 

O beş yıl zarfında bir sürü şey değişmişti. Ben arada bir özel okulda daha çalışıp, oradan ODTÜ'ye geçmiştim; tez danışmanım emekli olmuş ve haliyle bana tezimi hiç bilmeyen yeni (ve neyse ki çok sevdiğim) bir danışman atanmış, yurtdışında bu çok "spesifik" konumla birebir örtüşen araştırmalar ve kitaplar yayınlanmıştı. İşim artık daha çok kaynak olduğu için görece daha kolay gibi görünse de, yarım bırakılmış ve geçen süre zarfında hiç dokunulmamış bir şeye kaldığın yerden devam etmenin zorluğu üzerime çökmüştü.  İngilizcem bile değişmişti! Tamamen sıfırdan bir şeye başlayıp bitirsem gerçekten belki daha kolay olurdu. 

Oturup neler yazmışım baştan okudum, o zamanki düşüncelerimi anlayıp analiz etmeye çalıştım, gerekli değişiklikleri yaptım ve tez hocamın da önerileriyle başladım yarım bıraktığımı bitirmeye. 

Bittiğinde aylardır her anım o kadar o tezle doluydu ki uzunca bir süre her sabah "Yazmam lazım," diyen iç sesim tarafından uyandırıldım. Tezin bittiğini, kabul edildiğini ve hatta kendi çabalarımla yurtdışında bir yayınevinde kitaplaştırıldığını hatırlayıp geri uyumaya çalışsam da uzun süre yakamı bırakmadı o tez. 

1999 yılında başladığım iş nihayet bittiğinde, yıl 2005'ti. 

Ve şimdi, beyaz olmadığımı siyah bir arkadaşımdan öğrenip dumur olmamın ve onları asla anlayamayacağımı bilsem de anlama çabasıyla koca bir tez yazmamın üzerinden yıllar geçmiş, yıl olmuş 2020. Sanırsın çok şey değişmiştir. Bakın o af beklediğim 5 yılda bile bir sürü uyanış olmuş, yeni kitaplar yazılmış, o zaman şimdi? Artık bitmiştir bu saçmalık, bu ayrımcılık, bu eşitsizlik? Değil mi?

Değil. Bitmiyor. Bitmeyecek. Irkçılık ve cinsiyetçilik benzer ya da farklı şekillerde devam edecek. Keşke bitse, keşke şu son birkaç gündür haberlerde izlediklerimizle gerçekten bir şeyler kökünden değişse.. Ama sorun şu. O kök "politik." Onu yerinden söküp yerine "insanlığı" tekrar ekebilirsek, belki o zaman bir şeyler değişir. Umarım Kuzey Amerika'yı şu an her anlamda yangın yerine çeviren bu olaylar tüm dünyada hak ettiği değeri görmeyen, ezilen, zulüm görenlerin eşitlik haykırışlarına tercüman ve aracı olur. Ama o kadar çok umduğum şey yarım kaldı ve hüsranla sonlandı ki, artık çok umutlu değil sesim.

Bu dünyayı çok seviyorum, ama çocukluğumda anlayamadığım o şeyler maalesef hala soru işareti bende. Arkasında yatan bastırma politikalarını öğrenmiş olmak falan da fayda etmiyor. Okumak, okumak, daha çok okumak yetmiyor. Bir insanın başka bir insana zulmünü,  kendisini herhangi bir sebepten başka bir insandan ya da hayvandan üstün görmesini asla anlayamayacağım. 

Yazımı Aşık Veysel'in o ünlü dizelerinin son dörtlüğüyle bitirmek geldi içimden, nedendir bilinmez..

"Her kim ki olursa bu sırra mazhar
Dünyaya bırakır ölmez bir eser
Gün gelir Veysel'i bağrına basar 
Benim sâdık yârim kara topraktır."