İki Şehir




“Ben değil miydim her fırsatta şehri terk edip ıssız bir yerlere yerleşmenin hayalini kuran? İnsanlardan, kalabalıktan, gürültüden, koşturmacadan uzak? Peki nasıl oluyor da böylesi bir fotoğraf beni bu kadar etkiliyor ve içimi “oraya” gitme arzusuyla dolduruyor?

Sanırım biraz uzun sürdü ama nihayet ben de gerçek bir “şehirli”ye dönüştüm. Egzoz kokusuna, kalabalığın içinde itişe kakışa yürümeye, korna seslerine alışık, insanların “kendilerine” olmasa da görüntülerine bakıp onlarla ilgili hikayeler uydurmayı seven, onları anladığını sanan, ama aslında hiç kimseyi tanımayan, yine de kendini bir şey sanıp herkese kendince şekiller biçen...

Beni alt ettin sanırım şehir. Yıllardır seni sevmemek için direnmemi izledin durdun sessiz ve sinsice, çünkü biliyordun yenileceğimi... ve her seferinde sana geri döneceğimi...



Kafamın içinde kurgulamaya çalıştıklarımın etkisi altında mı kalıyorum acaba?



Yoksa gerçekten büyülü müsün? Büyülü ve görünmez ve tehlikeli ve cazip ve karanlık...”



Geçen yılın Ekim ayı ortalarında böyle not düşmüşüm bilgisayarıma. Tepesine de New York’u gece gösteren bir resim koymuşum. O sıralar yazmaya başladığım ve roman olmasını planladığım bir "şeyde" yer alacak karanlık şehir imgesinin gözümün önüne gelen haliydi henüz hiç görmediğim New York şehri. Nedendir bilinmez. Çok büyük bir heyecanla başladığım ve aslında tüm olayların nasıl gelişeceğini kafamda yazdığım romanımsı rafa kalktı bir süredir. Kendimle uğraşmaktan ona vakit ayırmaz oldum. O çıktıysa bile bir süreliğine aklımdan, New York çıkmadı. Babamın yıllar önce orada okurken yaşadıklarını anlatması gelir oldu aklıma ara ara. “Ölmeden bir kez daha görmek isterdim orayı; ne çok değişmiştir kimbilir,” demesi miydi en büyük etken acaba? Yoksa bu arzuyu içinde tutup bir daha hiç gitmeyeceğini bilmek mi? Yoksa gerçekten büyülü mü New York ve onu hiç görmeyen beni gizemli şekillerde kendisine mi çekiyor?



Dün gece, bu aralar başıma musallat olan uyuyamama hastalığı geldi dikildi yine tepeme. Ve ben elimdekileri bitirmeye bu sefer çok kararlı olmama rağmen kalkıp yeni bir kitap aldım raftan. Fuardan döndüğümden beri gözümü diktiğim oydu aslında; sadece erteliyordum. Buket Uzuner’in New York Seyir Defteri. Ve daha ilk birkaç sayfada doğru seçim olduğunu anladım çünkü henüz bitirdiğim Mario Levi kitabı Bir Şehre Gidememek’te yer alan bir şiir alıntısıyla başlıyordu. Dahası, hemen sonraki sayfada az önce bahsettiğim kitaba doğrudan gönderme vardı. Uyuyamamayı daha anlamlı kılmak üzere başladım okumaya. Son derece kişisel, bana çok da bir şey ifade etmemesi gereken bir anılar birikintisi aslında kitap. Ama bırakamadım elimden. Yarısı uçtu gitti, yarısı bu geceyi bekliyor; bu yazıyı bitirmemi.



Tanımadığım yeni aşkım New York, evet. Böyle takıntılı olduğum bir de Machu Picchu vardır, bilen bilir. Bakalım ne zamana randevulaşabileceğim bu iki gizli ve taban tabana zıt sevgiliyle, birilerinin canını yakmadan, kaçar gibi değil, ama yine de koşar adımlarla?



Ve New York sokaklarının içine tam girmişken, akşam yedi sularında bir de baktım eski Londra sokaklarındayım! Suratsız Ebenezer Scrooge’un koca ahşap masalı, cimriliği yüzünden buz gibi olan yazıhanesinde. Lapa lapa yağan karın, buz tutmuş sokaklarda kahkahalar atarak kayan çocukların, bembeyaz çatılarda kartopu oynayan koca koca adamların ve çok güzel eski binaların tam ortasında.






Muhteşemdi. Gerçekten muhteşem.



Şehirli olmuşum ben cidden. Gecikmeyle de olsa, yaklaşık 33 yıldan sonra olmuşum nihayet. Özüm olanı kabullenmişim demeliyim belki de.



Şimdi Londra sokaklarını, onları yüzlerinde benden daha büyük gülümsemelerle tepebilen o çocuklara bırakıp, New York’a dönüyorum. Suratım asık olarak da olsa, kalp çarpıntısıyla, beynimin içinde kıvrım kıvrım olan dumanlar eşliğinde.