Yirmi Beş · 𝟐𝟓 · 🏮




Normalde çalışma masam olmayan salon masamızdan herkese selamlar. Fotoğrafta gördüğünüz, yıllardır neredeyse her sabah başına geçip yazdığım, son beş yıldır iki romanımı, bir öykü kitabımı bitirdiğim ve nice başka öykü, taslak ve yazıyı oluştururken Miyu'nun da bana eşlik ettiği, son bir yıldır tüm YouTube videolarımı çektiğim, hayatım boyunca taşındığım her eve taşıdığım masam -yani babamın emektar yazı masası- değil. 

Babamın çok sevdiğim, yıllarca "ya şöyle güzel, çekmeceli raflı, gizli bölmeleri olan ahşap bir yazı masam olsa" desem de aslında başka bir şeye hiç ihtiyaç duymamamı sağlayan canım masası, sağ üst köşesi yanık ve yandığı yerden kaplaması yarılmış eski masası artık yok. Yani var, ama üstünün o çok sevdiğim, gün ışığını yansıtan parlak, koyu kahve kaplaması yok. Yandığı ve yarıldığı yerden kendini imha etti diyebiliriz. Bir başka deyişle miadını doldurdu ve babamın yanına gitmek istedi belki. Kim bilir, babam gibi o da çok yorulduğu, çok yıprandığı için artık dinlenmek istemiş olabilir. Hakkıdır... 


Aylardır pek bir şey yazamasam da bu aralar günlük vs karalamak için yine arada başına oturur olmuştum. Geçen hafta öğrencilerime hediye edeceğim kitapları seçerken hem masanın yanındaki kitaplığın hem de salonun neredeyse bir duvarını kaplayan büyük kütüphanemin yine ne kadar karman çorman olduğunu görünce dedim hadi bir yerden başlamak lazım elif.

Başladım da. Masanın üstünü boşalttım, yanındaki kitaplığı da. Sonra tozunu almaya başladım masanın. Sağ üst köşedeki, kafamda hep babamın kim bilir ne zaman (ben var mıydım, doğmuş muydum, yoksa ta annemle evlenmeden önce mi vardı bu masa hiçbir fikrim yok, sormamışım demek, artık sorma şansım da yok...) başında çalışırken sigarasını unuttuğu için oluştuğunu düşündüğüm koyu yanık izine takıldı gözüm. Bir süredir yanığın etrafındaki çatlaklar iyice genişlemiş ve bazı yerlerinden kırılmıştı ve oluşan tümsek masanın o kısmına pek bir şey koymama müsaade etmiyordu. Ya da üstüne ne koysam durmuyor, yamuluyordu diyelim. 

İşte elim o yanığın çatlağına gitti bir an. Amacım sadece düzleştirmekti. Üstüne bir şey koyabilmek için. Birkaç küçük parça koptu geldi elime önce. Birkaç tane daha. Çatlaklar öyle büyümüştü ki tozlar birikmiş, silgi tozları, kırılmış 0.5 kalem ucu parçaları yarığın içine dolmuştu. 

Sonra bir şey oldu. Hiç öngöremediğim ve başladıktan sonra da önüne geçemediğim bir şey. Çorap söküğü gibi dedikleri şeyi birebir yaşadım sanırım ve hiçbir şey yapamadım. O küçücük alanı temizlemeye çalışırken ucundan tuttuğum bir kaplama parçası tırrrrrrrt masa boyunca uzayarak koptu ve elimde kaldı. O güzelim kahverengi kaplama hani. Gün ışığını yansıtan, defterlerimin kitaplarımın gölgesinin düştüğü o koyu kestane rengi kaplamanın uzun bir parçası elimdeydi artık ve ben ağzım beş karış açık, alttan çıkan kirli sarı suntamsı şeye bakakalmıştım. 

Sonra başka bir şey daha oldu. Koptuğu kadarıyla bırakıp kalanı nasıl kurtarırım diye düşünmek yerine, devam ettim masayı soymaya. Neden bilmiyorum.  Üstünde kahverengi renk kalmayana kadar soydum. Artık o yanık izinin sarı sunta üzerinde bıraktığı derin, eski lekeyi de görebilecek kadar çıplaktı masa karşımda. 

Bir tür şok içinde içeri koştum, mutfakta bir şeyler yapmakla meşgul olan eşimin yanına ve "Babamın masasını öldürdüm," dedim. Tuhaf hâl ve tepkilerime son derece alışık olan eşim bile anlayamamanın verdiği bir donma haliyle karşıladı söylediğimi. Ve ben olan biteni anlatıp hüngür hüngür ağlamaya başladım. Babamın cenazesinde ağlayamadığım kadar. Eş-dost arayıp baş sağlığı dilediğinde ağlayamadığım kadar. İçim çıkacakmış gibi sarsılarak.

Ben biraz sakinleştikten sonra, üstünü tekrar kaplatsak diye düşündük önce. Ama yok, eski hâli olmayacaktı ki. O köşesi yanık masaydı benim sevdiğim, bana babamdan kalan. Bir sigara yakıp bile isteye masanın yeni kaplamasının sağ üst köşesini yine yakacak halim yoktu ya.

İstemedim.

Bendeki anlamı bu kadar büyük olan bir şeye makyaj yaptırmak gelmedi içimden. Ve oturduk yeni bir çalışma masası sipariş ettik. Ne yaman çelişkidir ki onca kitap/yazı yazmış ve onca kitabı yalayıp yutmuş bir adam olan babam, masasının benim için anlamını hiç bilmeden ve daha da tuhafı, ilerleyen demans nedeniyle kitaplarımın hiçbirini okuyamadan göçtü gitti.

O günün devamında eşim birkaç saatliğine dışarı çıktığında fırlayıp masadan ve kitaplıktan çıkan kitapları, defterleri ve ıvır zıvırı toparlamaya giriştim. Hadi dedim madem başladım bir kere, şu kocaman ve aşırı ağır salon masasının üstünü de boşaltayım. Masanın altındaki halının ve masanın yönünü ite çeke kaldıra indire değiştirdim. Başına rahatça oturulup çalışabilecek hale getirdim yani. Bu olay Cumartesi günü oldu ve hâlâ belimin sol tarafı ağrıyor, muhtemelen bu yüzden. Aferin bana. Yapacak bir şey yok. Yeni masam on günden önce gelmeyecek gibi ve benim aksak rutinime devam edebileceğim bir yere ihtiyacım var.

Diyebilirsiniz ki "elif n'olcak sarı sunta da olsa masa masadır, orada çalışsan ya." Yok. Sinirim bozuluyor. Yanlışlıkla da olsa kendi ellerimle söktüm attım resmen kaplamayı ve görmeye tahammülüm yok. Masayı binbir güçlükle -bacakları ve katlanma yerleri eskilikten ve pastan kaskatı olmuş- katlayıp kenara koydum. Durduğu yer boş dört gündür. Yeni masa gelip kurulduğunda olasılıkla Kasım ortası olacak ve babamın gidişiyle kalbimde açılan boşluk da dört ayını dolduracak. Yani masa öldükten dört gün sonra anca veda edebiliyorum ona bu yazıyla ve babama da yeni masa gelince, gidişinin üstünden tam dört ay geçtikten sonra anca veda edebileceğim belki, bilmiyorum. Evet, bazen böyle saçmasapan sembollerle çalışıyor kafam. Benden başka herkes için sapır saçma, benim içinse gayet anlam yüklü olabilen, bir nevi rahatlatıcı, sağaltıcı semboller. 

Ama asıl "tuhaf işaret" sonra geldi. Onu yazının sonuna sakladım. Sabredin dostlar.

Pazar günü gribimsi bir şeyle çok halsiz olmama rağmen öğrencilerimin ödev olarak yazdığı blog yazılarını geçici yeni masamda okudum. Anasayfada sol sütundaki "takip ettiklerim" kısmından bulup sizler de okuyabilirsiniz isterseniz. Bir süredir ihmal ettiğim çevirimi de koydum masaya, ama henüz dokunmadım bile. BU aralar eş zamanlı okuduğum kitaplar var şimdi masanın üstünde ve "Make Coffee Not War" yazılı kupam. 

Endişeye mahal yok sevgili kahve kupam, savaşmıyorum artık. İnsanlarla, iş yerimdeki saçmalıklarla, arkadaş sandığım sahte ilişkilerle, değiştiremeyeceğimi çoktan kabullendiğim şeylerle ve kendimle. En çok da kendimle savaşmayı bıraktım galiba. Yorgun düştüm çünkü artık. Neysem oyum ve ömrüm kendimi birilerine -çok ilginçtir ama en çok da en yakınımdakilere, aileme, yıllarca "dost" dediklerime - ispat etmeye, sevdirmeye ve kabul ettirmeye çalışarak geçti. Ama artık bıraktım. Amiyane deyimle, saldım gitti. Sevmeyin anacım beni ya, valla bak. Hiç ama hiç kimseye kendimi kanıtlama çabam yok artık. İsteyen istediği gibi alabilir sözlerimi, davranışlarımı. Sevmek isteyen kendi kendine sevsin, anlamak isteyen kendi kendine çabalasın. Benden bu kadar.

Ve gelelim masayı binbir zorlukla ve muhtemelen belimi de inciterek katlayıp kenara kaldırırken gördüğüm o -bence inanılmaz- işarete. Babamın masasıyla birlikte başka şeyleri de geride bırakmamı söylediğine inandığım o minicik ama kocaman, sessiz ama gümbür gümbür işarete.

Aklımın bir ucunda hâlâ "belki eskisine benzer şekilde kaplatıp kullanabilirim" fikri havada asılı kalmış  bir uçurtma gibi salınırken, masayı kütüphaneme yaslayıp geri çekildim, son bir fotoğrafını çekeyim diye. Ve o an o sayıyı gördüm. Uçurtma bir anda ipinden kurtulup hızlandı ve özgür kalıp gökyüzünün enginliğinde kayboldu gitti.

Büyülü sayı yanık izinin devamında, masanın diğer ucunda, tam karşımda duruyordu. 25. 

25. Şaka gibi bir sayı. Hiçbir şeyi hızlı hesaplayamayan aklımın anında hesaplayıverdiği bir tuhaf sayı. 

Masayı babamdan alıp kullanmaya başlamam, ilk kez kendi evimin olduğu, ailemden ayrıldığım 23 yaşım. Şu an 48'im. 48 - 23 = 25.

Benim kullanmam için benim dışımdaki güçler tarafından belirlenmiş miadı hep belliymiş belki de masanın. 25 yıl. 

Ve şimdi, miadı dolduğunda, kendi kendini yok etti. Yazdıklarıyla insanlara bir sürü şey hissettirmeyi başaran ama iş kendine gelince tutuk ötesi tutuk olan bendeniz belki de böyle çıkıyor işin içinden. Belki de babasının gidişini hâlâ algılayamayan, iki yıldır iş dönüşlerinde dolmuştan bakımevi durağında inip babasının yanına giden elif, onun o çocuksu gülümsemesini, kızını gördüğünde bir anlığına da olsa gözlerinin içi gülen ama sonra bakışları ileride bir noktada sabitlenip kalan, hastalık nedeniyle karışmış aklının içinde neler olup bittiğini asla anlayamadığı o ufacık kalmış adamı bir daha asla göremeyeceğini, sesini bir daha hiç duyamayacağını böyle böyle kabullenmeye çalışıyor.

Savaşmıyor artık elif. Kalbinin ağrımasına ve ağırlaşmasına izin veriyor. 

Ve bırakıyor. Masayı bırakıyor. Gözyaşlarını bırakıyor. Yıllar içinde onu bile isteye inciten herkesi ve her şeyi bırakıyor. 

Bir daha asla geri gelmeyecek olan her şeyi ve herkesi bu büyülü ve tuhaf sayıyla birlikte uçurtmanın kuyruğuna takıp, anlamları olduklarından fazla ağırlaşmasın artık diye, özgür bırakıyor.








Yorumlar

  1. eh be elif, gözlerim dolu dolu okudum ben de yazdıklarını. giden masa için, babanın tanımladığı o halini tam içimde duyumsadığım için, babamın ölümünden 22 yıl geçmesine rağmen hâlâ böyle küçük ama benim için büyük detaylarda takılıp kalıp, gözyaşlarına boğulduğum tüm o anlar için, 25 sayısı için...ne diyeyim kuzum, nurlarda yatsın babacığın, babacığım...
    bir de demişsin ya "Sevmek isteyen kendi kendine sevsin" diye, ben seni öyle seviyorum :)

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Bi posta da senin yorumuna ağladım, iyi mi 😂 Ben de seni çok seviyorum Şule'm, kendiliğimden, yapmacıksız. :)

      Sil
    2. Yine anonim yapmış beni öz be öz blogcanım. 🙄

      Sil

Yorum Gönder