Yeni yazıyı dünyanın yuvarlak olduğunu net bir şekilde görebildiğimiz nefis mavili bir fotoğrafla açayım dedim. Şu devirde, şu aşamada ne işimize yarıyor bu yuvarlaklık bilgisi artık bilmiyorum, ama kendini fotoğrafta göstermesi hoş olmuş yine de. :)
Kendime çevirinin son okumasını/düzeltisini de bitirip yayınevine yolladıktan sonra gitmek üzere dört günlük mini bir gezi armağan etmiştim. Hatta biletlerimi bilerek önceden alıp süreyi iyice kısıtlamak suretiyle gitmeden bu işi bitirmeyi kendimce garantiye almıştım, öyle de oldu. Zira artık çok yorulmuştum ve yayınevi daha da müsamaha gösterse bile benim tek kelime görmeye mecalim ve dahi isteğim kalmamıştı. Perşembe akşamı dosyayı yolladım, Cuma sabahı kafamın içi hâlâ kelimelerle dolu halde kalkıp evi biraz toparladıktan ve kahvaltı+tembellik falan ettikten sonra ufak sırt çantamı hazırlayıp tren garına doğru yola çıktım.
Öyle bir vagon seçmişim ki hani gün ya da düğünlerde çocuk masası olur ya, ondan hallice (mi acaba). Sağım solum önüm arkam küçük çocuk ve bebek. Zavallılar 4.5 saatlik yolculuğun 3. saati itibariyle kafayı yediler tabii, ağlayanlar, bağıranlar, koltukların tepesine çıkanlar daracık koridorda koşanlar göbek atanlar. Valla hak veriyorum, zira sona doğru ben bile çok sıkıldım, zira bu yolculukta hiç yerimden kalkmadım, inek gibi boş boş camdan dışarı bakıp müzik dinledim, tek satır bile kitap çekmedi canım. Kaldı ki Ankara-İstanbul treni genelde hedefe yaklaştıkta kağnıya dönüşüp beni deli eder ve neredeyse bir saat geç varırdı, bu sefer Alman treni gibi ekranda ne yazıyorsa o saatte olması gereken istasyondaydı. Yolculuk çok seviyorum, ama sona doğru bir daralıyorum genelde böyle.
İstanbul nasıldı peki? Aynı İstanbul gibiydi. :) Benim için sanırım ilk defa vapursuz geçti. Martısı, kedisi, çok sevdiğim ara sokakları, adım başı sanatı, sanatçısı. 💙 Göğü daha engin, daha derin, daha yüksek, âşık olduğum martıları bizim Ankara güvercinleri misali muhtar gibi sokağın ortasından yürüyen ve sabahları insanı Erol Taş kahkahalarıyla gülümseterek uyandıran. Ve tabii yine kalabalık, çok kalabalık. Bu gidişimde sadece Kadıköy civarındaydım, zira yanında kaldığım arkadaşlarımın biri Kadıköy'ün tam merkezinde, diğeri de Kalamış'taydı ve tatil/gezi vs değil de, onların günlük yaşantılarına eklenmek gibi oldu biraz diyelim. Kafamın içi hâlâ çeviriden sisli pusluydu, ama tanıdık bildik, sevdiğim insanlarla birlikte olunca az biraz dağıldı o sis.
Bu gittiğimde daha önce görmediğim kadar çok karga gördüm İstanbul'da, bilemedim benim dolaştığım/kaldığım yerlere has bir şey miydi yoksa ben gitmeyeli artmışlar mı. En son bu kadar çok (ve hatta daha fazla) kargayı 2015'te Sri Lanka'da görmüştüm. Fotoğrafta karga aramayın, renklere bayıldığım için koydum sadece. :) Normalde dönüşte telefonum fotoğraf dolmuş olur, bu sefer çok az fotoğraf çektiğimi fark ettim. Hatta yanlarında kaldığım arkadaşlarımın ikisiyle de ayrılmadan hemen önce aklımıza gelip kendimize hatıra olsun diye çektik üç-beş. Instagram'ın bende böyle bir etkisi de varmış meğer, onu fark ettim. Sürekli ve çok miktarda "estetik" foto çekme alışkanlığı. Yani estetiği severiz, fotoğraf çekmeyi de, o ayrı, ama her gördüğünü çekip "story"ye koymak çok da hikâye anlatmak değil aslında, hikâyeyi yaşamak daha güzel. Instagramsızık pek çok açıdan ciddi bir özgürlük, artık çok daha net fark edebiliyorum.
İstanbul'u bence gerçek sahipleri olan kedilerle martılara bırakıp Ankara'ya dönerken yol üstünde Eskişehir'e uğrayıp çok sevdiğim bir yazar dostumu/hocamı gördüm. İçten insan zor bulunan bir şey artık malum, o yüzden birbirimize sıkı sıkı sarılıyoruz artık bulduklarımızla. Ama boğmadan, canını yakmadan, üstünde hak iddia etmeden. Sıkı can kolay çıkmaz derler ya hani, sıkılan can da ortamı hemencecik terk edebilir diye ekleme yapayım ben de.
Üç gün İstanbul kalabalığını yaşadıktan sonra Eskişehir sayfiye yeri gibi geldi. Ben öğleyi biraz geçe trenden indiğimde sokaklar -herhalde biraz da Pazartesi olduğu için- bomboştu, ama akşam tekrar trene yürürken kalabalıklaşmıştı tabii ki.
Çok uzun yazasım yokmuş, onu fark ettim. Sanırım hâlâ bir süre bilgisayar ekranı görmek istemiyor bünye. Ama keyifli bir mola oldu benim için, o yüzden de kişisel tarihime not olarak düşeyim istedim yine. Bugün işler güçler var dışarıda, şansım yaver giderse bir-iki arkadaşımla kahve falan içerim belki, belki de dört günlük sosyalleşme sonrası elimde defterim, kucağımda müziğim tek takılırım, hiç belli olmaz.
Şöyle uzaklara dalıp gidesim de yok değil hani. Denize nazır olmasa da bir parkta belki, ya da sevdiğim bir sokağın bir köşesindeki gölge bir bankta.
O zaman sağlıcakla kalın sevgili blog dostları. Gününüz gönlünüzce geçsin dilerim.
ekmekçimle ben olmadan istanbul keyifli değildi, değil mi? itiraf et lütfen :)
YanıtlaSilVallahi de billahi de doğru, sizinle gezmenin keyfi yoktu bu kez. Yine gelecek ben. :D
SilHoş gelmişsiniz İstanbul'a. Karga konusuna katılıyorum iş yerinde bile kafamız şişiyor bazı gün. Hülya
YanıtlaSilSesleri beni çok rahatsız etmedi de "hep böyle çoklardı da ben mi denk gelmemişim" diye düşündüm açıkçası. :)
Silsen daha önce martılara odaklandığından kargaları kaçırmıştın bence :P
SilKeşke burada olsaydık Elifciğim, bak bunu saymıyoruz, bekliyoruz. <3
YanıtlaSilKesinlikle bir ara sadece ikinizi görmek için geleceğim ya, kararlıyım. :)
Sil