Dönü(şü)m Noktaları 🔥🌱🦋
Dün, bir süredir fazlasıyla yoğun ve yorucu geçen iş/okul koşturmacasının bende artık taşım noktasına geldiğini fark ettiğim bir gün oldu. Kötü bir gün müydü yani? Hayır. Ama ben kötüydüm, gerçekten kötüydüm ve haftanın en çok dersim olan, en yoğun günü olması da elbette kolaylaştırmadı bu durumu.
Sabah Yaratıcı Yazma dersimdeki öğrencilerimin birkaç haftadır "My Writing Journey/Yazı Yolculuğum" başlığı altında yaptıkları sunumların sonuncularını dinledim. Karşıdan baktığınızda sadece belli bir fikir/izlenim edinebildiğiniz insanları kendilerinden dinlemek, çocukluklarında onlarda nelerin/kimlerin etki bıraktığını öğrenmek, yaratma sürecinin herkeste ne kadar iyileştirici etkileri olduğunu, ama iyileşmenin aslında belli bir dolum noktası sonrasında mecburi şekilde yazı aracılığıyla devreye girdiğini dinlemek bana tekrar kendime dönme fırsatı verdi.
Siz de anlatacaktınız hocam dediler. Elimde kahve, gözlerim açık ama beynim yarı uykuda "neyi" dedim. "Yazma yolculuğunuzu. Herkesinki bitince siz anlatacaktınız."
Evet öyle bir şey demiştim, hatırladım hemen, ama geride bıraktığımız bu hafta o kadar yoğun ve yorucuydu ki aklımdan çıkmış gitmiş. Tamam, dedim, anlatayım. İlkokuldayken tuttuğum "arkadaş anket defterleri"nden, ilk (ve son?) şiirlerimden, ailem görmesin diye parçalayıp attığım sayısız defterden, ülke ve insan meseleleriyle kafayı bozup takıntılı bir şekilde hayat kadınlarını, anasız-babasız çocukları ve uykularımı kaçıran başka şeyleri yazdığım dönemden, hem o dönem yazmanın artık bana iyi gelmemeye başlaması hem de gittiğim yazı atölyesinde verilen tek taraflı, ego dolu geri bildirimler sonucunda birkaç yıl yazmayı tamamen bırakmamdan, bir süre de karşımda manzaram ve elimin altında muhteşem ahşap bir masam olmazsa yazamayacağım sanrısıyla bahane bulup yazmamamdan, sonra bir zamanlar kadim dostum dediğim birinin "sen yazar değilsin ki, masasında oturup kendi kendine yazan birisin" demesiyle yine yazmayı bırakmamdan... ne kadar çok yazmaktan değil de, yazmayı bırakmaktan, vazgeçmekten bahsetmişim, şu an fark ediyorum. Çocuklukta korkularımı sağaltmak için yazdığım kısmı söylemeyi de unutmuşum mesela, ders bittikten sonra kafamın içinde dönüp dolaşan bulutun içinde gördüm onu da.
Bir grubumuz var bahsettiğim sınıfla. Adını "The Creatives/Yaratıcılar" koymuştum. Grup fotoğrafı da şu gördüğünüz kafası karışık renkli kişilik. Çok doğru bir seçimmiş, yaptıkları/yazdıkları/söyledikleri/anne-babalarının onlara verdiği isimden bağımsız kendileri için seçtikleri isimlerle(!) kanıtladılar bunu bana; kanıtlama borçları asla olmadan elbette. İnsanlara -ve tabii kendinize- sadece kendileri gibi olma alanı açtığınızda inanılmaz şeyler olabiliyor. Kendim için özlediğim bir şey bu, ve şimdi tam da oraya geliyorum. Yavaş yavaş. Acelesiz.
Ders devam ederken telefonum çaldı. Yayınevinden arıyorlar. Teneffüste 3. kattan zemin kata doğru öğleden sonraki ders için fotokopi çektirmek üzere koştururken geri aradım. Kitabımın (Uyuşma'nın yeni basımı) editörünü değiştirmeleri gerekmiş, haliyle gecikecek çıkışı, e o gecikince benim asıl beklemede olduğum ikinci romanın çıkışı da ileri atılacak; o kadar yorgunum ki sesimdeki ton değişikliğini, cümleleri uzatmaya başlayıp tepki konumuna geçişimi fark ediyor ama duruma müdahale edemiyorum. Karşımdaki çok sevdiğim, ince, tatlı bir insan ve bana bu durumu iletmekle yükümlü. Ama ben sanki bu durumdan o sorumluymuş gibi konuşuyorum. Bunun tamamen farkındayım ve fakat dilime söz geçiremiyorum. Bir yoga hocamın yıllar önce söylediği şey geliyor aklıma: "Diliniz ağzınızın içinde hep hareketli fark ediyor musunuz, en vahşi organımız." Gerçekten de söz geçirmek mümkün değil, hele ki bu yorgunluk illetinin etkisi altındayken.
Telefonu kapatıp tekrar 3. kata koşup derse giriyorum. Ama aklım orada. Sanki tüm dünya benim kitaplarımı bekliyormuş ya da o kitaplar geç değil de şimdi çıkarsa bir çocuğun hayatı kurtulacakmış, savaşlar bitecekmiş, ekonomi düzelecekmiş gibi neyin hırsı bu elif allah aşkına? Evet, söylenen şeylerin söylendiği şekilde yerine getirilmesi beklentin var, biliyorum, çünkü senin ağzından bir söz çıktığında o sözü ölmüyorsan yerine getirirsin, çünkü o söz ağzından çıkana kadar beyninde defalarca dönmüştür zaten ve sadece yerine getirebileceğin şeylerin sözünü verirsin, ama bu sensin. Dünya değil, hayat hiç değil, insanlar hiç değil, iş hayatı hiç hiç hiç değil.
Dersin sonunda bir öğrencin yanına gelip "Can I bake something for you?" diye soruyor. (Anlatıcı sürekli değişiyor farkındayım, birinci tekilden üçüncüye ve şimdi ikinciye; yapacak bir şey yok, yorgun bir yazı bu, dağınıklık kaçınılmaz). Anlamayıp tekrar ediyorsun cümleyi. O da onaylıyor. Sana fırında bir şeyler pişirmek istiyor, minnetinin göstergesi olarak. O sırada çok yorgun olduğun için sadece "elbette, çok teşekkür ederim" diyebildin şaşkınlıkla, ama şimdi bu yazıyı yazarken ağlıyorsun.
Bir de öğleden sonraki hazırlık sınıfı dersinin çıkışında ağladın dün. O dersin öğrencileriyle arandaki bağ bambaşka, ama dün kızgındın onlara. Şaşkındın da biraz, kendince sebeplerden. Kimse görmedi ağladığını, zaten sadece bir an kulağındaki müziğin ve ağır bir çuval gibi üstüne yığılmış yorgunluğun etkisiyle dolup taşıverdi ve geçti. Yazının başındaki güzelim yeşil fotoğrafta sırtını yasladığın için görünmeyen, ama sana yıllardır sonsuz destek olan ağacın dibinde. Aylardır yazamayan elin çantalarına gidip defter/kâğıt aradı. Dönem boyunca bulduğun ufacık bir boşlukta yazabilmek umuduyla her allahın günü taşıdığın defterlerden hiçbiri yok yanında, belli ki bir noktada umudunu kaybedip almamaya başlamışsın. Öğrencilerin deneme sınavında yazdığı metinler var, bir de sabahki dersin öykülerinin yer aldığı spiralli kitapçık.
O fotokopi kitapçığın en arkasında boş bir yarım sayfa buluyorsun. O kadar. Sınırlı yer olunca ne yazacağını da mı daha iyi biliyor insan acaba? Sayfalarca yazamayacağını bildiğinden?
Yaşadığın öfkeyi, hayal kırıklığını, üzüntüyü ve artık içinde senden bağımsız yerleşik bir hayatı olduğundan neredeyse emin olduğun o yoğun yalnızlık hissinin nedenini sorguluyor kalemin. Ve buluyor. Kurşun kaleminin ucu kâğıda her değdiğinde nefesin rahatlıyor. Bildiğin bir yerdesin. Bunu daha önce de yaşadın, hem de defalarca ve hep çıktın içinden. Ama artık derin girdaplara kapılmadan fark edebiliyorsun işte. Deneyimin kıymeti.
Ne yapman gerektiğini, neleri bırakman nelere tekrar başlaman gerektiğini ve en önemlisi "ne istediğini, neyi de hiç istemediğini" çok ama çok iyi biliyorsun. O yarım sayfa da öğrendi bunu, ve bu sabah günlüğünün sarı sayfaları da. İçin zaten biliyordu, sadece yorgunluktan sorgulayacak hal bulamamış belli ki.
İyisin. Çok şükür her şey iyi. Hayattasın; seviyorsun ve seviliyorsun; senin ve sevdiklerinin sağlığı yerinde; karnın tok; başının üstünde güzel bir çatın var; dışarıda olduğunda da o çok sevdiğin uçsuz bucaksız gökyüzü sarıyor seni her daim; işin gücün var, hem de çoğu zaman kendi yarattığın keyif alanları sayesinde hayatını dopdolu kılan bir iş. E daha ne olsun be elifim? Arada bunalırsın, yorulursun, sıkılırsın, korkarsın, umutsuzluğa da kapılabilirsin, ama hepsi geçici uçucu şeyler bunların. Aslolan hayat. Bu hep aklında neyse ki ve geri dönüşlerin her deneyimden sonra daha hızlı oluyor artık şükür.
Burada köprüler giriyor devreye. Ve bir şarkı. Geçtiğimiz, yaktığımız, üstünden atladığımız, vazgeçtiğimiz köprülerle ilgili. Hep kendimizi bulmak için. 🌀
Eivør - Bridges - Live performance at Studio Bloch
Ve yine döndün işte kendine. Bazı köprüleri yıktın, bazılarından sadece geçtin, bazılarında durup dinlendin, altından akıp giden suyu izledin, dinledin, bazılarından karşıya geçtikten sonra arkana bakıp hüzünle gülümsedin -bittiği için üzgün olsan da hep güzel hatırlayacağını bilerek. Bazılarının bitiş ayağına geldiğindeyse dönüp bir eyvallah deme gereği bile duymadın.
Dönüp geldiğin yer, nerelerden ve kimlerden geçersen geç, hep kendinsin. Hayatın sonsuz döngüsü senin de içinde. Ne olursa olsun seni olması gereken yere döndürüyor. Ve sen o yeri çok iyi biliyorsun. En iyi.
Hadi bu yazı bitsin artık. Bitsin ki içimden gitsin. Bitsin ki yeniye yer açılsın. Bitsin ki bir köprüden diğerine geçiş kolaylaşsın.
Ve yine Invictus'la, "yenilmeyenle, zapt edilemeyenle, ele avuca sığmayanla, fethedilememiş olanla" bitsin.
⛵️
Out of the night that covers me,
Black as the pit from pole to pole,
I thank whatever gods may be
For my unconquerable soul.
In the fell clutch of circumstance
I have not winced nor cried aloud.
Under the bludgeonings of chance
My head is bloody, but unbowed.
Beyond this place of wrath and tears
Looms but the Horror of the shade,
And yet the menace of the years
Finds and shall find me unafraid.
It matters not how strait the gate,
How charged with punishments the scroll,
I am the master of my fate,
I am the captain of my soul.
- William Ernest Henley -
Copyright Credit: William Ernest Henley, "Invictus" from Poems (London: Macmillan and Co., 1920): 83-84. Public domain.
Bu da Morgan Freeman'ın sesinden:
🖤
ne yoğun bir gün olmuş gerçekten. öğrencinin senin için bir şeyler pişirme isteğine bayıldım. sana iyi gelecek bir şeyler yapmak istemiş belli. ne kıymetli. ben de yazıyı okuyunca birhan keskin'den kargo şiirini göndermek istedim sana. özelden göndereceğim birazdan ama son dizeleri burada da dursun:
YanıtlaSil"Buraya bir silkintiotu koydum. Kırk dert bir arada canına
yandığım, kırkına birden deva olsun"
Canım Şule. 💙
Sil