Gökkuşağı, Succession ve Başka Şeyler 🌈
Hafta başından beri okuldaydım. Toplantılar, Amerika'yı yeniden keşifler, aşırı kalabalık ve havasız ortamlar, çokça içilen çaylar kahveler, çok konuşma, çok ses, çok saat, çok insan, çok çok çok...
Sonra elifçe kaçışlar, ben bi yürüyüp geleyim, aha kör noktadayım az kitap okuyayım da beynim dinlensin, amanin şu çok ve boş konuşan arkadaş sırıtarak yaklaşıyor hemen bi şey düşün elif ve kaç, ay neyse ki ormanda çalışıyoruz çıkışta yürürüm, ama beynim yandı ya bu ne böyle, iyi ki adıma yakışan şekilde köşeye oturmuşum yaleppim yoksa bu güruhun içinde boğulurmuşum, hapşırıp tıksırmayın olum okul açılmadan hasta edeceksiniz bizi... falan filan.
Bugün evdeyim, üç gecedir de tavuk gibi erkenden yatıyorum, ama kafam kazan gibi şu an. Zaten Ağustos itibariyle "tatili boş boş oturarak değerlendirelim elif" modundaki zihnim vesilesiyle derin bir yaz uykusuna geçen sabah yazma rutinim, tam da "Eylül geldi, okul açılacak, hadi açılmadan tekrar düzene sokayım şunu" dediğim sırada bu hafta itibariyle uykusunda horlamaya başladı.
Ben uzun süren şeylere karşı değilim, hem de hiç. Bilakis uzun, derin, sindire sindire ilerleyen, anlamlı şeyleri severim, hayatın her alanında (burada kilit sözcük anlamlı). Bunu -illa bir kanıt gerekiyorsa yani- yıllar boyu haftasonlarımın neredeyse tamamını vakfettiğim (ve bu yıl itibariyle hafiften geri dönüş yapma kararı aldığım) yoga eğitmenlik eğitimlerinden, son derece uzun süren ve ağır ilerleyen roman yazma ve kitap çevirisi süreçlerinden, üniversite yıllarımda ve sonrasında okuduğum tuğla gibi kitaplardan falan açıkça görebiliriz zaten.
Mesele uzunluk değil. Hem de hiç. Mesele dinlediğim/yaptığım/içinde olduğum şeyin bana ne kattığı, daha doğrusu bir şey katıp katmadığı. Eğlenceli ya da sıkıcı olması bile çoğu zaman bir kıstas değil benim için, ama konusundan bağımsız olarak ilgimi çekebilmeli içine girdiğim şey, kafamı kaldırıp anlatanı dinlememi sağlamalı, yeni bir şey söylemeli, zekâmı, deneyimimi ve beni azımsamamalı. Beni ve ruhumu beslemeli, büyütmeli.
Demek ki elifçim bazı şeyler hâlâ sadece sabrını büyütmen için var ve hep de olacak. OK, bi şey demedik zaten blogcum. Gittik oturduk işte. Şimdi de iç döküyoruz buraya, sinir etme beni.
Dün akşam eve geldiğimde tüm gün sadece ve sadece oturduğum halde çok yorgundum. Kafamın içinde bir sürü ses, söz, anlamsız, boş. Böyle durumlarda fiziksel bir şeyler yapmak hep iyi gelir bana. Ben de kendimi bulaşık yıkamaya, çay demleyip sesi hafiften boru gibi olmuş oğluşa ballı limonlu ve bihaber olduğu, hiç sevmediği daha bir sürü şeyli (ehehehe bkz. Analık Sırları 101) çay eşliğinde güzel bir akşam kahvaltısı hazırlamaya, sonra tekrar bulaşık yıkamaya koyuldum. Kendimi nihayet koltuğa attığımda birkaç gündür sardığım Harry Potter'ı izlemeye bile halim kalmamıştı.
Birkaç arkadaşla yeni kitabın olası söyleşileri/imzaları üzerine yazışmalar yapıp kafamda bıtbıt (henüz) ayrıntısız planlar yaptım. Uyuşma söyleşi ve imzalarını kitap çıktıktan yedi ay sonra falan anca yapabilmiştim, bu sefer o kadar gecikmeyeyim diyorum. Dinimiz amin.
Ve dün mutfakta bulaşık yıkarken bir ara kafamı bi kaldırdım, üstte gördüğünüz gökkuşağı! :) Kocaman gülümsedim, hemen oğluşun odasına koşup bak bak diye çocuğu yattığı yerden kaldırdım, hâlâ işte olan eşime fotoğraf attım ve kendi kendime (ama aslında en sevdiklerimle) mutlu oldum. Ve fotoğrafı buraya koyarken fark ettim ki iki gökkuşağı varmış! Yani gökyüzünde toplamda birkaç dakika anca kalan dünkü gökkuşağı bugün de gülümsetmeye devam etti (hatta bana bu yazıyı yazdırdı), gelin görün ki üç tam gün süren eğitimlerden geriye hiç ama hiçbir şey kalmadı. Üç nokta.
Yazıyı bitirmeden HBO'nun muh-te-şem dizisi Succession'ın tüm sezonlarını bitirdiğimi de söyleyeyim efenim. Dysfunctional Family (işlevsiz aile) temasını işleyen The Bear ne kadar muhteşemse, bu da hem aynı konuda hem de bu kez her biri ayrı bir tür narsist olan aile bireylerini derinlemesine işleyerek inanılmaz bir ortam yarattığı için bir o kadar müthiş. Kesin tavsiye. Müzikleri de inanılmaz, üstelik bir de New York'ta geçiyor.
Aşağıya dizinin açılış müziğini ekliyorum. Normalde sezonlar uzadıkça girişleri atlarım, ama bunu bir kez bile atlamadım, hatta birkaç gündür dizi bittiği halde zihnim hâlâ orada olduğu için Spotify'da repeat'e aldım ve dolmuşta, yürüyüşte, evde yemek yaparken, yani her yerde ve sürekli bu kısacık şeyi dinleyip duruyorum. Hepi topu bir buçuk dakikalık bir müzik gerilimi, hüznü, derinliği, dizideki her bir karakterin ruh hallerini, korkuyu ve hırsı anlatabilir mi? Hem de nasıl anlatır. Tek başına şu klip bile öyle çok şey anlatıyor ki, hele her bölümden sonra açılan her yeni bilgiyle. İnanılmaz.
İşte bugün ve bu aralar böyle sevgili blog dostları. Olağan elif üşengeçliğine yenik düşmezsem, yakında buradan kitabın söyleşi ve imzalarını duyurmak dileğiyle, esen kalınız. 😋
Ben de dün The Bear'a başladım ve erkenden uyanınca da bu saate dek ilk sezonunu afiyetle yedim. Çok iyiymiş.
YanıtlaSilSuccession'ı da listeye alayım o halde, madem elifim önermiş :)
Al al Şulem, ikisi de muhteşem cidden, bittiklerine üzüldüm yani o kadar.
SilSuccession'u izledim çok etkisinde kaldım bende günlerce. Her ailede böyle ilişkiler var sıcak görünen ama buz gibi. Hülya
YanıtlaSil