Günler

 



Günler bizden bağımsız geçip gidiyor. Hep olduğu ve olacağı gibi. İnsanlar, hayvanlar, bitkiler ölmeye, bebekler, yavrular, yeni filizler doğmaya devam ediyor. Edecek de. Hayat bizden bağımsız.

Kime ve neye kendimizi ispat çabasıyla bir şeyler yaptığımızı çok sorguladığım bir üç-dört yıl oldu, oluyor. Değdi mi, değer mi, en çok sorduğum sorular arasında. Değince/Değse ne oluyor mesela, bir daha bozulmamacasına bir huzur mu geliveriyor üstümüze, bir yerde bir savaş bitiyor ya da ekonomi mi düzeliyor, yok. Instagram'da beğeni almak yetiyor artık çoğumuza kişisel tatmin için. Gerisi boş. 

N'apıyoruz belli değil genel olarak. Kimimiz günü kurtarmaya çalışıyor, kimimiz dünyanın çıkmış tüm çivilerini yerine takma sorumluluğu bize verilmiş gibi ciddi ve gergin, kimimizin ya cidden hiçbir şey/hiç kimse umurunda değil ya da gece huzursuz bir uykuda belki, uyanınca unuttuğu.

Nedim Gürsel'in kaleminden Sait Faik'i okuyorum bu günlerde. Eski İstanbul var kitapta çokça, ve Sait Faik özelinde de olsa tüm insanoğlunun dipsiz yalnızlığı. Bu yazıya oturmadan hemen önce okuduğum satırlarda, yazarın adaya giderken "Alt Kamara"da yazdığı bilgisi, durmama sebep oluyor. Onu orada hayal ediyorum, denizin ortasında, etrafında ilkyazın getirdiği insan kalabalığı ve gürültüsü de olsa sonsuz bir yalnızlık sessizliğinde yazıyor. Başı defterden kalktığında gözleri uzaklarda, uzakların gözleri de onda. En çok uzaklarla iyi anlaşıyor belki yalnızlığı dibine kadar hissetmekten korkmayan insanlar. Çünkü uzağa gitmeyi göze almak her babayiğidin harcı değil, bu ister dünyanın öbür ucu olsun, öyle lüks içinde falan değil, bir başına, sırtında tek bir çanta, ayağında eski bir ayakkabıyla, isterse sol göğsünün içinde atan kalbinin yıllar içinde senden uzak düşmüş kilitli odacıkları. Kalp uzaklığı zor, çok zor. Hele ki senin bir kalpte yerin var sanıp aslında yıllarca sana orada bir oda verilmediğini, Külkedisi gibi tavan arasından hallice bir yerde el altında, n'olur n'olmaz diye ya da alışkanlıktan tutulduğunu anladığın o an. Zor. 

Birkaç gün önce Şulem'in Güzellikler Defteri'nde mi (bakınız blogroll) gördüm de sesli kitap olarak dinledim, hatırlayamadım. Uçurtmayı Vurmasınlar. Filmi çocukluğumda, genç kızlığımda, sonra artık "yetişkin" olduğumda kaç kez izledim bilmiyorum. O kadar çok ki yeniden çekilecek olsa ve ben de oyuncu olsam da seçmelere gitsem, satırı satırına ezberimde replikleri. Filmi izlerken zaten hep ağlardım, kaçınılmaz, ama kitabı dinlerken de ağladım. Buna neden şaşırdığımı bilmeden. Bir çocuğun ya da bir kedinin saflığına, güzelliğinin asla farkında olmayışına erişimimizin bir daha hiç olmayacak olması mı bunca içimi acıtan, bilmiyorum. Kalp uzaklığı mı yoksa, kendime, insanlığa.

Kendi kalbimdeki odacıklara bakıyorum şimdi. Çoğunu ellerimle boşalttım, tozlarını küflerini aldım, örümcek ağlarını temizledim. Havalanıyorlar uzundur. En yakınlarıma karşılıksız, beklentisiz, gönülden verdiğim çok az sayıdaki oda dışında, boş kalmalarında bir sakınca olmadığını, oralara birilerini yerleştirirken aslolanın olası kalış süresi ya da getireceği şeyler değil, kalbime verdikleri huzur olması gerektiğini, o aydınlık odacıkları karanlığa boğan her ne ve kim varsa bundan biraz da bunu yapmalarına izin vererek benim sorumlu olduğumu, geç gördüm. Pansiyon değil ki bu, millet keyfince kaçıp gelsin, dinlenip hizmet alıp gitsin? Kalp bu kalp. Göğsünde attığı insan dışında kimseden sorumlu değil.

Geç olsun güç olmasınmış. Geç olan her şey çoğunlukla güç de oluyor bazı sevgili sözlerimizin saygıdeğer ataları. Hemencecik, kolaycacık olmuş gibi görünen her şeyin ama her şeyin arkasında kan, ter, gözyaşı var. Sonuçta ortaya çıkan şey ne kadar pürüzsüz, çabasız ve "basit" görünürse, arka planda o kadar büyük temizlik olmuş demek.

Şimdi bitireyim bu yazıyı. Plansız, programsız, hedefsiz, beğeni/kitle beklentisiz ve sırf Sait Faik vapurda yazdı diye bana kendini yazdıran bu yazıyı. Ankara'da o hep "arzulanan" deniz olsa kaç kişi otobüsle yanından geçerken kafasını kaldırıp bakar, kaç kişi yeni oluşan ağır rutubetten şikayet eder, kaç kişi artık deniz var diye çevre illerden doluşan turistler nedeniyle eski Ankara'yı özlerdi acaba? 

Tatminsiz bir türüz, o net. Şükretmeyi çoğunlukla üzerine doğduğumuz toprakların bir geleneği olarak sıkça yapan, ama çoğunlukla gerçekten şükretmeyi bilmeyen insanlarız. Halbuki kedi öyle mi? Oynarken koltuğun altına yuvarlayıp kaybettiği topu buldu diye sabahtan beri ondan mutlusu yok. Sıfır ego, sıfır beğenilme arzusu, sıfır bencillik. Sadece var oluşunun tadını çıkarıyor, ne zaman yok olacağını, hatta bir gün yok olacağını bile henüz bilmeden.

Baktım da, bitirememişim yazıyı. Tamam, şimdi bitireyim, hatta hep yaptığım gibi kırk kere kontrol da etmeden (kırk olmasa da bir kez ettim kontrol, siz okuyanlara saygımdan) yayınlayayım ve sonra hazırlanıp çıkayım, uzundur görmediğim bir arkadaşımla yemek yiyeyim, muhabbet edeyim, Ankaram'ın deniz olmadan da çok sevdiğim sokaklarında gezineyim, belki yolda tanıdık yüzlerle karşılaşıp kısacık selamlaşayım ve yorulunca bir yeşillik, bir ağaç altı bulup, Sait Faik'in Alt Kamarası'ndaymışım gibi hayalimdeki sulara bakıp şehrin seslerini dinleyerek yazayım, yazayım, yazayım.


Yorumlar

  1. Sait Faik'i vapurun bir ucunda elinde ufak defteri kalemiyle, ince bacakları üstüste atılmış, dalmışşşş gitmiş ben de çok hayal ettim. Hep açık krem rengi kıyafetleri oluyor üzerinde, hep şapkası. Böyle bir görüntü benim de hep bilincimin bir kenarında duruyor :) Ne hoş oldu okumak yeniden.
    Kim ve ne için uğraşıyoruz, kendimiz için, demek geliyor dilimin ucuna. Bir şeyler bırakabilmek için de olabilir. Yaşadım, vardım demek için de.
    Geçen yürürken, şu çiçek, ben görmesem kimse de görmese gerçekten var mıdır önermesiyle uğraştı bir süre aklım.. Sonra o çiçekten çok da farklı olmadığını hissediyor insan, zaman / evren uzamında...
    Eskiden olsa korkuturdu bu gri bulutlar, düşünceler. Son zamanlarda sanırım hoşuma bile gidiyor.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Gri çok severim ben :) Kedide, siste, siyah kadar keskin değil, beyaz kadar kör etmiyor, sakin sakin.

      Sil
  2. Kalp uzaklığı çok zor evet ama bir de kalp yakınlığı var. Aradaki yüzlerce kilometreye rağmen, "bilir o beni, sever beni" diyebildiğimiz sevgililerin, dostların kalp yakınlığı. En büyük şükür nedenim.
    Ya Elif, iyi ki varsın :)

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Canımmmm sen de iyi ki varsın. :) Bilirim seni, ve severim pek çok.

      Sil

Yorum Gönder