Meçhul
Görsel: Getty Images
Sosyal varlıklar olduğumuzu en yoğun hissedeceğimiz dönemlerden birine girdik sanırım. Benim gibi çok sosyalleşme meraklısı olmayanlarımızın bile. Yani yapılması gereken o, kaçımız yapacak, kaçımız tatil beldelerine koşacak, kaçımız fırsattan istifade uzundur görüşemediği akrabaları ya da arkadaşlarıyla buluşacak, meçhul tabii. Ama bu her an istediğimize ulaşıp görüşebileceğimiz, tercihe bağlı bir izolasyon değil, o net.
Şu an her şey meçhul. Belki fark edemediğimiz ise şu: aslında her şey her an meçhul. Öğrenciyken okuduğum ve kime ait olduğunu hatırlamadığım bir hikayede, adamın biri balkonunda (nedense ülke İtalya diye kalmış aklımda) domuz besliyor. Bina eski ve domuz büyüdükçe iyice ağırlaşıyor ve bir gün yaşlı balkon onu daha fazla taşıyamaz hale gelince de iniveriyor aşağı. O sırada oradan geçen bir adamın tepesine. Adam oracıkta ölüyor. Ne planlarının, ne hayallerinin bir önemi var artık. O sırada neden onun oradan geçtiği, neden bu şekilde öldüğü, meçhul.
En son Cuma günü işe gittim, diğer sınıflara kıyasla çoğunluğu gelmiş öğrencilerimle bir saati biraz aşkın ders yaptım, arada boşluğa düştüm, "Ne yapıyoruz biz ya?" diye, ama herkes halinden memnun gibiydi. Sonra gittiler. Cuma akşamından beri evdeyim. Bir kez Cumartesi sabahı mahallemizin sütçüsünden süt, yumurta vs almaya çıktım, bir de dün, yetmiş yedi yaşındaki babamın alışverişini yapıp yemek götürmek için. Markettekilerin hepsi yaşlı insanlardı. En genç ben ve çalışanlardık sanırım. Ve evet, makarna soruyorlardı. Geçen hafta dolmuşla gidip gelirken de market çıkışlarında hep yaşlı insanlar vardı. Telaşsız, yavaş görünüyorlardı, ama içlerini göremedim.
Dün babama gitmek için çıkarken tedirgindim. Uzun zamandır hissetmediğim bir huzursuzluk. En son Ankara'da peş peşe bombaların patladığı o korkunç dönemde böyle hissetmiş olabilirim. Korkusu eksik ama. Korku değil bu çünkü, sürekli parmak uçlarıyla dokunup dokunup kaçan sinsi bir tedirginlik.
Yollar kesinlikle boş değildi. Hatta Kızılay-Kolej hattından geçerken şaşırdım. Gençler güle oynaya buluşmuş, geziyorlardı. İş-güç koşturmacasında olduğu belli olanlar vardı bir de. Hayat hiçbir şey yokmuş gibi devam ediyordu.
Babam ,"Bu aralar pek çıkma babacığım, çok gerekirse de maske tak," dediğimde her zamanki alaycılığıyla gülüyor. Bıyık altından falan değil, bayağı açıktan. Bozuluyorum. Onu korumaya çalışıyorum çünkü. Ama hep böyleydi babam. Korku geni eksik galiba.
Kolay kolay paniklemeyen, zor durumlarda sakin kalabilen ve genelde ortalığı da (içim fokur fokur kaynasa da) sakinleştiren tarafımı annemden değil babamdan aldığım kesin. Annem kendimi sakinleştirdiğim anları tek bir ses tonuyla bozabilir; iyi niyetli de olsa, sağlam bir panikçi. Ben doktor olduğu için daha sakin kalmasını beklerken, o tam da bu yüzden daha endişeli. Haklı muhtemelen. Bu yaşına kadar çok şey görmüş.
Böyle kriz dönemlerinde, kalabalık gruplara hitap etme şansı olan meslek gruplarına önemli görevler düşüyor sanki. Biz öğretmenlere, doktorlara, yazarlara, gazetecilere, politikacılara (aman yarabbi, medet umduğum gruba bak!) vs. Gaza getiren, ürküten, zaten zor olan bir durumu daha da çetrefil hale getirecek konuşmalar yapan biri bu işlerden birini yapıyorsa, oradan hemen kaçın derim. Hiç gerek yok. Meçhul kendi haliyle bile yeterince gerilimli.
Görsel: Wallpaper Flare
Ve dönelim sosyalleşmeye ara vermeye. Yapım itibariyle o parti senin, bu buluşma benim bir insan zaten değilim. Arkadaş desen bir elin beş parmağını geçmez bile diyemem, çünkü bir elin parmakları kadar bile yoktur. Az ve öz. Kalabalığa gerek yok; denedim, olmadı.
Tabii bu her zaman tabiatımla uyumlu kişisel tercihler yapabildiğim anlamına gelmiyor. Mesleğime bakmak lazım. Öğretmenlik. 21 yıldır en büyük sosyalleşme alanım. Güne nasıl başlamış olursam olayım sınıfa girdiğim anda beni gülümseten, aklımda ne varsa çoğunlukla unutup onlara konsantre olmama vesile genç ruhlar.
Ve şimdi evimde, dönemin yoğunlaşmasıyla birlikte araya giren sınav ve ödev okumalarıyla sekteye uğrayan kitabıma tam gaz yoğunlaşabilecek durumdayım. Eski Elif olsa, onca insan bir virüs yüzünden nefes alamayarak ölürken ben nasıl kendimi iyi hissettirecek bir şey yapabilirim ki, diye acılara, ıstıraplara, suçluluk hissine sürüklerdi kendini, bilinçli olarak. Yıllarımı o çileci kafayla geçirdim ve yazarlığıma dönem dönem yaptığı ilginç katkılar hariç bir faydasını gördüm diyemem. Ama zararını çok gördüm. Kendimi de bunalttım, etrafımdakileri de. Ve bu kafayı o kadar uzun süre yaşadım ki nihayet kendimden bunalıp yeter dediğim bir zaman geldi. Çok şükür.
Uzun zamandır o karanlık sularda değilim; kendi adıma kişisel bir devrim diyebileceğim bu dönüşümü başardığım, hayatımın geri kalanında kendime ve başkalarına işkence etmemeyi seçtiğim için çok mutluyum.
Gelin görün ki, üniversitelerin de okullarla eş zamanlı kapanmasıyla birlikte koca bir boşluğa atılmış gibi oldum. Bünye yavaş yavaş alışıyor, daha da alışacak, biliyorum. Ama şimdilik yazma kısmı, arada gerginliğimi atmak için yazdığım günlükler, çocukluktan beri mektup arkadaşım olan Michiko'yla onun ve ailesinin de Japonya'da yaşadığı karantina günlerine ilişkin uzun epostalar ve bu blogda yoğunlaşacak gibi. Buralara yazıp zihnimi sakinleştirdiğimde de, romana tekrar yer açılacak, biliyorum. Yavaş yavaş açılıyor hatta.
Önceden olsa şu geçtiğimiz üç günü yazma açısından doğru düzgün değerlendiremedim diye bunalımlara girer, kendimi beceriksizlikle, disiplinsizlikle vs. suçlardım. Şimdi ise, gerekenin bu olduğunu biliyorum.
Her şey olması gerektiği zamanda, olması gerektiği şekilde oluyor. Ve "neden" diye sormak anlamsız, çünkü bir şekilde nedenini anlamamız gerekiyorsa, yıllar sonra bile olsa, o neden bize kendini gösterecektir. Görmeye hazır ve açık olduğumuz zaman, daha önce değil.
Her neredeyseniz, önce kendinize, sonra da yanında yamacında birileri olan şanslı insanlardansınız onlara yoğunlaşma zamanı. Çünkü sadece şu an var.
Gerisi meçhul.
Gerisi meçhul.
Yorumlar
Yorum Gönder