Uyanış
Yine neredeyse beş ay olmuş buraya uğramayalı.. Arada girip yazacak oluyorum, sonra toparlayamayıp vazgeçiyorum.
Hayat okulla, evle, yogayla, kitaplarla akıp gitmeye devam ediyor. Çeviri ve yazı da bu akışın içinde elbette, ama en durağan halleriyle. Arada alevlenip bünyemi sarıyorlar, sonra yorgunluk, koşturmaca ve başka bahaneler gelip söndürüyor alevi ve onları kendi dumanında boğuyor. Tekrar göz gözü görür hale geldiğindeyse kötü bir koku ve beyaz duvarlara sinmiş isten başka bir şey kalmıyor. O is, takip eden yazısız ve çevirisiz günlerde hep duvarda oluyor, sinir bozucu bir hatırlatıcı olarak.
O kadar hızlı geçiyor ki zaman, ne zaman hangi planı programı yaptım da hangi ara uygulamadım, oğlum hangi ara kucağımdan yere indi de bana Star Wars'un her bir ayrıntısını anlatacak ya da açı türlerini falan öğrenecek kadar büyüdü..?
Dünyanın öbür ucundaki o koca gülümsemeli küçük adaya ne ara gittim de kalbimin koca bir parçasını orada bırakıp döndüm? Başka bir yere gitseydim de böyle mi hissedecektim? Neydi orada beni bu kadar büyüleyen şey? Bizimkine çok benzeyen sosyo-ekonomik koşulları, politik çalkantıları ve korkunç trafiğine rağmen beni olabildiğine dinginleştiren, içime ve yüzüme sıcacık bir gülümseme yayan, sanki aslında hep oradaymışım ama aynı zamanda hiç gitmemişim gibi hissettiren şey neydi? Ve nasıl olur da sadece on günlüğüne gittiği bir yeri bu kadar özleyebilir insan, rüyalarında görür, hayalini kurar, resimlere bakıp bakıp hala bir parçasının kilometrelerce uzaklıktaki o gözyaşı damlasında olduğunu hisseder?
Tatil değildi Sri Lanka benim için. Bir tür uyanıştı. Kendimle, değer verdiğim şeylerle ilgili, içimde belli ki uzundur uyumakta olan başka bir Deli'yla ilgili bir uyanıştı. Uzun zamandır tanıdığım, sevdiğim, çok değer verdiğim, ama varlığını bile unutmuş olduğum sakin, sürekli gülümseyen, çocuk gibi huzurlu, mutlu bir Deli. Ruhumun, kendini şehrin ve iş hayatının karmaşasından korumak için derinde bir yerlere saklanan ve orada sabırla geri çıkacağı günü bekleyen diğer yarısıyla buluştum sanki. Ne çılgınca korna çalıp ölümüne manevralar yapan şoförler gerebildi o Deli'yi, ne altı saatlik fil safarisinde tek bir file bile rastlayamayıp üstüne bir de kızgın güneşin altında çamura saplanıp kalmak, ne fiziksel anlamda yorgunluktan bitap düşmek, ne de günlerce aynı pis kıyafetleri giymek zorunda kalmak.
Sanırım bizi bu kadar yoran, geren, sıkıcı yapan şey sorumluluklarımız. Ev, iş, aile, arkadaşlar, çevre.. Ama yine de dönüp gelmek istediğimiz bunlar. Hem de koşa koşa. Çünkü gözle görülür hiçbir sorumluluğunun olmadığı bir yerde zaman ve mekandan bağımsız dolanıp dururken, sakince, gerilmeden ve yargılamadan bir durup düşünme fırsatı buluyor insan. Hatta durup düşünme değil, hissetme. Sevdiğini, sevildiğini, özlediğini, kalbinin senden bağımsız olarak hep çarptığını, içinde bir yerlerde senden başka bir sürü senin yaşadığını ve hepsinin aslında bir arada güzel olduğunu, birbirini tamamladığını.
Gördüm ki, 40 yaşıma merdiven dayamış haldeyken bile çocuk gibi tasasız olabiliyorum istersem. Ve alabildiğine mutlu, huzurlu. Bu demek değil ki huzurumu kaçıran şeyler olmayacak artık, elbette oluyor, olacak da.. En başta da kendim.. Ama bunun da bir an olduğunu ve gelip geçeceğini hatırlatabiliyorum artık en azından kendime. 40'a doğru büyümek, olgunlaşmak yerine, bir çocuğun saf öngörüsüne, yaratıcılığına, önyargısızlığına, affediciliğine, karşılıksız verdiği sevgiye ve kendini olduğu gibi, her şeyiyle o an uğraştığı şeye verebilmesine özlem duyarak bebek adımlarıyla o ben'i bulmaya çalışıyorum sanırım.
Olabildiği kadar.. Her şeyi ve herkesi anlayamasam da iyi niyetimi korumaya, yargılamadan sevmeye, hoşgörmeye ve olduğu gibi kabullenmeye çalışarak, ve bazen hatalar yapsam ve belki her zaman anlaşılamasam da, yargılanmadan, olduğum gibi, hoşgörüyle, iyi niyetle karşılandığımı umarak..
Yorumlar
Yorum Gönder