Zihin mi Yaratır, Hayat mı?












Yogada gerçek olanla olmayanı ayırt etmekten bahsederiz sıklıkla. Falanca sana şöyle dediyse, senin o şeyden anladığın sadece kendi algıladığındır; gerçekte ne dediğini anlamak istiyorsan duru kalman, kendini o denklemden sıyırman, tarafsız bakabilmen lazım. Filanca sana neden öyle baktı? Senin kendi algınca bir cevabın, yorumun var elbette ama o kişi o sırada nasıl bir ruh halindeydi, içinde ne yaşıyordu, hayatında neler oluyordu, bir yeri mi ağrıyordu yoksa kafası mı karışıktı bilemeyeceğin için sorman gerekecek: "Bana neden öyle baktın? Bir şeye mi kızdın?" "Yooo," diyecek muhtemelen. "Farkında değilim sana nasıl baktığımın. Bir şey düşünüyordum."

Başkalarının gerçekliğini, onların hayatlarını, deneyimlerini, acılarını, sevinçlerini, kayıplarını, tepkilerini, değişimlerini  bildiğimizi sansak da bilmediğimiz için anlayabilmemiz çok zor, yüzde yüz bir kavrayış ise en yakınlarımız için bile söz konusu değil, çünkü onlar değiliz. Belki en fazla anlamaya yaklaşabiliriz.

Peki kendi gerçekliğimizi ne kadar biliyoruz? Ben bir başkası değilim; 43 yılı aşkın süredir bu bedende, bu hayattayım ve yaşadığım, hissettiğim, deneyimlediğim her şeyi birinci elden biliyorum. Hepsini ben yaşadım. Ben kırıldım, ben döküldüm, ben sevindim, ben kırıldım, ben kırdım, ben değiştim, ben anladım.. Yine de kendimi, gerçeğimi ne kadar biliyorum? Yaşadıklarıma, verdiğim tepkilere ve attığım adımlara ne kadar dışarıdan, kendimi kendimden sıyırarak bakabiliyorum? Gerçekliğim gerçekten o lafı eden, o davranışa bozulan kişi mi?

Gerçeklik algımızın derinden sarsıldığı günlerden geçiyoruz. Evdeyim, haftada bir gün maksimum yarım saatlik alışveriş dışında çıkmıyorum, ve evimin güvenli ortamında geçirdiğim süre uzadıkça tuhaf bir yan evrene sıçramışım ve kendi dünyamdan  aslında hiç haberim yokmuş hissine kapılıyorum.  "Neden sürekli evdeyim, neden çıkmıyorum, dışarıda bir şey olup bitmiyor belki de, ben mi oluyor sanıyorum, bizi mi yiyorlar, ama yok baksana haberlere kaç kişi ölmüş, dinlesene İtalyanların balkondan balkona serenatlarını, okusana doktor arkadaşlarının anlattıklarını, bak ücretsiz maske dağıtımına başlandı, okullar kapanalı neredeyse bir ay olacak, insanlar işlerini, gelirlerini kaybetti, bütün dünya kapalı kapılar ardında, evsizler ve mülteciler hariç, onları pek kimse konuşmuyor, dünya insanlara kapandı ama onlar hala dışarıda bir yerlerde mücadele veriyor.."



Jim Carrey'nin başrolü oynadığı "The Truman Show" diye bir film vardı. Adam bir anda hayatının bir kurgudan ibaret ve gerçek sandığı her şeyin yalan olduğunu öğreniyor. Ergenlik dönemimde, daha bu film çekilmemişken, arada etrafımda olup bitenle ilgili böyle hislere kapıldığımı hatırlıyorum. Bütün dünya beni kandırmak ve sonra da hep birlikte bana gülmek için toplanmış falan.. Epey hastalıklı bir düşünce gibi görünse de, hayata tabiatınızın bir parçası olan inatçı bir zihinle başlamışsanız ve onun o sivri köşelerini tek tek, ellerinizi kanata kanata törpülemeniz gerekiyorsa, her şeyin zaten bulanık olduğu o küçük yaşlarda bu tür fantastik düşünceler de çok görülmemeli bence. Nihayetinde yaratıcılığa katkı: kendinden parçalar koparıp sonra onları yine kendine dikmek gibi tuhaf bir durum.

Bütün bunları neden anlattım? Anlattım çünkü bu günlerde gerçeklik algımı yitirdiğimi düşündüğüm anlar oluyor. Bunların hiçbiri aslında olmuyormuş gibi dışarı çıkıp en sevdiğim komşumla en sevdiğimiz kahvecide oturup muhabbet edebilirmişim, caddeler hala arabalarla doluymuş ve benim dışımda herkes işe gidiyormuş, ortalıkta elinden tutulup tüm dünyayı dolaşmaya çıkarılmış bir virüs yokmuş, miş muş mış gibi..


Robert Wei/iStock/Getty Images Plus 

Hayatımın birkaç senelik bir dönemi hariç yazdıklarımda hep "gerçekdışı/fantastik" tabir ettiğimiz öğeler oldu, olmaya da devam ediyor. Dünyalar içinde dünyalar, zamanlar içinde zamanlar, hiç görmediğimiz varlıklar, hiç gidemeyeceğimiz yerler hep besledi yazdıklarımı. 

Peki biz olmayan dünyaları yazanlar, çizenler, filme çekenler, yarattıklarımızın bir gün gerçek olabilme ihtimalini düşünüyor muyuz hiç? Bilimkurguda, fantezide anlatılan şeyler hayal gücümüz mü gerçekten, yoksa derinde bir yerlerde, farkına varmasak da, hepsinin gerçek olabileceğini biliyor da mı yazıyoruz? Hayal gücümüz zaten yaşadıklarımızdan, yaşayamadıklarımızdan, gördüklerimizden, göremediklerimizden, bildiklerimizden ve bilemeyeceğimizi düşündüklerimizden oluşmuyor mu? 


Apokalips ve sonrası, felaket, salgın hastalık vs. üzerine yazıp çizenler bugünün boş sokaklarını, maskeli yüzlerini, karantinasını, ölümlerini, insanlar gittikten sonra canlanan, betonlardan fışkıran yemyeşil doğasını hayal mi etmiş gerçekten, yoksa yarattıklarımız ne kadar fantastik görünürse görünsün, hep bu hayatta olabilecek şeyler mi? 

Hayal ne, gerçek ne? Bir şeyleri yaratan zihnimiz mi, hayatın ta kendisi mi?

Günlerdir kafamda dönüp duran soruları nihayet yazıya dökebilmenin verdiği hafiflikle (ne hafiflik ama..) artık kendi yarattığım(ı düşündüğüm) ve her şeyi hayalgücüme ait (sandığım) romanıma dönüp yaratan benmişim gibi kendimi kandırmaya devam edebilirim. 

Bir de video bırakıyorum. Ne kadarının olasılık, ne kadarının bilimsel gerçeklik, ne kadarının hayalgücü olduğu size kalmış. İzlemesi keyifli, düşünmesi hüzünlü.







Yorumlar