Dışa Bakmak, İçi Görmek İçin
Babam yıllar önce gemiyle Amerika’ya yaptığı yolculuğu anlatırken, birlikte seyahat ettiği adamlardan birinin gemilerini yutmakla devirmek arasında gidip gelen dev dalgalara bakıp, “Şu görüntünün güzelliğine bakın azizim,” gibisinden bir cümle sarf ettiğini söylediğinde çok etkilenmiştim. Henüz o tarz bir gemi yolculuğu yapamamış ya da Machu Picchu’nun sonsuzluğunda nefesimi tutma şerefine erişememiş olsam da, yıllar içinde o adamın o dalgalar karşısında hissettiklerini zaman zaman şahsen deneyimledim elbette, her insanoğlunun/kızının özellikle dışarıdan uzaklaşıp kendine döndüğü dönemlerde olduğu gibi. Olimpos yakınlarındaki Chimera’yı (Yanartaş) görmek için o bitmek bilmez yokuşu tırmanırken mesela. Sağ tarafımda gitgide dağ görünümünü kaybedip büyüklüğünün içinde insanın ister istemez kaybolduğu Toroslar ve sürekli artan bir “Ne kadar küçüğüm,” hissi. Sonra Olimpos’un kendisi. Sisin içinde hafif hafif sağa sola, öne arkaya sallanarak denize ulaşmaya çalışan silüetler, sanki hayaletlerden meydana gelmiş ufak bir ordu… ayakları suya değdiği anda buharlaşıp yok olacaklar. Bir ellerindeki şişeler kalacak suyun üzerinde, bir de sıyrılıp kurtuldukları giysileri. Tepesini görmeye imkân olmayan o koca dağlardan birinin dibinde başka bir dünyaya ait bir adam ve bir kadın, sarmaş dolaş. Ve tam karşımda nefesimi kesen, adına neden Olimpos dediklerini bir anda kavradığım ve Zeus’un şişkin egosuna hak vermemi sağlayan (yine andık Zeus’u, hadi bakalım. Çomak?) o tarifi imkânsız ululuktaki dağ. Ya da müzik… dinlerken beyninizde, kalbinizde ve bedeninizde, günlük hayatta koşturmacanın içinde çok sık şahit olmadığınız titreşimler meydana geldiğini hissettiğiniz ve ta içinizde duyduğunuz müzik. Var oluşu, hayatın içindeki anlamı/anlamsızlığı sorgulatan.
İnsan böyle zaman zaman aklından geçen, hatta kimi dönemlerde sürekli aklında olan şeylerin önemli tarihsel figürlerce bir zamanlar konu edinildiğini öğrenince o dağın karşısındaki ezikliğini falan unutup, “Bak, tam da falancanın dediği şeyi düşünmüşüm işte ben de, ehehe,” diye bir ukalalıkla şişinmek istiyor. Misal, güya Saf Aklın Eleştirisi’nin “basitleştirilmiş bir özeti” olan Prolegomena’sını okurken bildiğim az sayıdaki küfrü mümkün olan en rafine halleriyle kendisine kenar notları şeklinde ilettiğim sevgili Immanuel Kant, bu “ulu”, “yüce” durumlarını epey dert edinmiş meğer kendine ve çok da güzel tespitlerde bulunmuş. Felsefe ve sanat için epey önemli olan bu yüce (“sublime”) kavramına TDK demiş ki: “Genellikle insanca ölçüleri aşan, bundan dolayı çok büyük olan.”
Diyormuş ki Kant, doğa güç demektir, büyük engellere kafa tutan bir güç. Ve bu güç bir korku kaynağı olsa da, bu ondan korkmanız gerektiği anlamına gelmez. Babamın birlikte seyahat ettiği adama geri dönecek olursak, illa ki ürpermiştir o dev dalgaların üstüne üstüne geldiğini görünce, ama bu onda korku değil çok büyük bir hayranlık ve tapınma hali uyandırmış belli ki. Tabii Immanuel Amca benim gibi amatör örneklerle girmiyor olaya. Tanrı, diyor, bir korku kaynağıdır, ama ondan korkmanız gerekmez. Olay Tanrı’ya bağlanınca da insan ister istemez düşünüyor: doğa olaylarını ve doğanın kendisini yüce olarak görmesi, bunları Tanrı’yı en yakın anlamda temsil eden öğeler olarak görmesinden mi acaba? Ne de olsa kontrol edilemez ve karşı konulmazlar ve tam da bu sebepten insanda korku uyandırıyorlar. Ve bu korkuyla eş zamanlı gelen bir derinlik var, bir aidiyet ve aynı zamanda yabancılaşma, kendine ve insanlığa. Kant’ın deyimiyle “olumsuz bir haz”.
Tehditkâr kayalardan bahsediyor Kant. Gök kubbeyi çevreleyen fırtına bulutlarından ve tüm yıkıcılıklarıyla yükselen volkanlardan. Geçtikleri her yeri harabeye döndüren kasırgalardan, asi bir güçle yükselen sonsuz okyanustan ve kendini tüm gücüyle aşağı bırakan gürül gürül şelalelerden. Dönem gözetmeksizin şairleri, yazarları, ressamları, müzisyenleri derinden etkileyip büyüsü altına alan doğadan yani. Açıklayamadığını ve kontrol edemediğini sözle, çizgiyle, notayla ifade edip bir nebze de olsa ona yaklaşma çabasından. Kendini bulmak için sonsuzluğun içinde kaybolmaktan. Kendi dışındakine bakıp içindekini aramaktan.
Sisin sizi aşağıdaki dünyadan tamamıyla kopardığı çok yüksek bir dağın tepesindeyken örneğin. O dağa, sise, bulutlara, rüzgâra saygı duymanızı sağlayan şey kalbinize gelip çöreklenen herkese ve her şeye rağmen yapayalnızlık hissi midir, yoksa baktığınızda istemsiz olarak önce nefesinizi tutup sonra da derince iç geçirdiğiniz o görüntüye büyüklük ya da anlam olarak hiçbir zaman pek yaklaşamayacağınızı bilmeniz mi?
Koskoca bir evrenin, onu asla tam olarak anlayamayacağınızı bilseniz de, bir parçası olma hissi. Hem kendi çapında biricik olmak, hem de sen olmasan da dünyanın gayet güzel dönmeye devam edeceğini bilerek ezilmek. Ve belki de haddini bilmeyi öğrenmek. Bir nebze de olsa.
Yorumlar
Yorum Gönder