Arka planda hafif, nedense şu an biraz da hüzünlü gelen, bir müzik. Camdan içeri giren güneş, bilgisayarımın yanında duran koyu kahve, bahçeden gelen kuş sesleri, dostların blog yazılarından edindiğim hayat izlenimleri ve anlık gülümsemeler, çokça şükür ve minnet hali.
Bu aralar yine aklımda "gidenler" var. İhtiyaçları bitince gidenler, sadece ben arayıp sorduğumda görüştüğümüz için ben aramayı bıraktığım an gidenler, herkese ve her şeye vakit bulan ama bana gelince çok yoğun olduğu için gitmesi gerekenler, ler ler ler ler... Çok alıştı bünye buna, yadırgamayı bırakalı çok oldu yani. Eskiden olsa isyan ederdim, ama yorgunum artık.
Kanıksamak hem iyi hem kötü bir şey. Mesela başlarda dumur olurken, artık herhangi bir şeye 100 tl verip neredeyse asla hiç üstünü beklememeye nasıl da alıştık. Bozuk para gibi oldu. Ama alıştık, kanıksadık, yine gerilip üzülüyoruz memleketin haline ama eskisi kadar söylenmeden, çünkü ne yapacağız, ekmek mi almayacağız yoğurt peynir yumurtayı da mı çıkaracağız alışveriş listesinden. Peynir ekmek yahu, paran olmayınca ya da aç kaldığında elinin ilk gittiği şey.
Ama alıştık. Mecburen. Ve alıştıkça normalleşmesine de bünyelerimiz alıştı. İşte gidenler de aynı böyle. En azından benim için. Hep vardı gidenler, çocukluğumdan beri. Ortaokulda küçücük bir kızken bile bir arkadaşımla sorun yaşadığımda o kadar derinden bir acı duyar ve oturup ağlardım ki annem şaşar kalırdı. "Kızım, bu kadar mı önemli senin için bu arkadaşın?" "Evet anne! Evet bu kadar önemli böhüüüüü". Giovanni Bragolin'in meşhur The Crying Boy tablosu misali. Kıyamam.
Yaşla, genç yetişkinlik ve sonrasıyla böhüler bitti elbette. Ama o derin acıyı hemen her arkadaş kaybında duydum. Bir gün tarif etme çabasına girer miyim bilmiyorum ama şu an hiç canım çekmedi. Çünkü üstüne düşünmeye, onca kıymeti vermeye değmediğini göreli, anlayalı epey oldu. Gösterdiler. Anlattılar. Sağ olsunlar, çok güzel bir "eğitimden" geçtim sayelerinde. Kimi hocamdı, çok güvendiğim, kimi türlü türlü badirelerde yanımda olan/yanında olduğum, kadim dost dediğimdi, kimi her umutsuzluğa düştüğünde cesaret verdiğim, destek olmaya çalıştığımdı.
Bilmediğim şuymuş. Bunların hiçbiri dostluk değilmiş. Bunlar benim hayat tarafından belirlenen eğitilme müfredatımın birer parçasıymış. Kimi zorunlu ders, kimi zorunlu seçmeli (dünyanın en anlamsız ama var olan şeyi bu da), kimi seçmeli, kimi kredisi bile olmayan dersler. Ama hepsi ders. Sıkıldığın da, eğlendiğin de, kırıldığın da.
Sınavları zormuş bu derslerin. Ve uzun. Ve kapsamlı.
Bir diploma vermediler bu eğitimlerin sonunda bana. Ben de istemedim. Aldıklarım yeter bana, göğsüme bir nişan ya da duvarıma çerçeve içinde anlamsız bir yazı asmama gerek yok. Ben biliyorum ellerimle üst üste tuğla koya koya yükselttiğim hangi duvarımda ne var, kalbimin neresi kimden çiziklerle doldu, kimden kan revan içinde kaldı zamanında.
Yüz liranın üstünü almamaya alışır gibi alıştım benimle işine gelmediği an bağını koparanlara. Akraba-aile içinde, işte, arkadaşlıklarda, hepsinde. Hatta romanım "Uyuşma"nın çıkmasıyla başlayan süreçte edebiyat "camiasında".
Kimseden bir beklentim yok artık. Gönül isterdi ki bu cümleyi yazmam için yıllarca kalp ağrısı, hayal kırıklığı, çaresizlik hissi, kendimi suçlayıp durduğum öfke nöbetleri gerekmemiş olsun. Gerekiyormuş demek. Bu hayatta herkesin büyük büyük sınavları var. Bana da bu "sözde dostluk" eğitimlerinin düşmesinden şikayetçi değilim artık. Başka bir şeyle sınanmaktansa bunu tercih ederim.
Ve bence artık (nihayet) mezun oldum "sözde arkadaşlar eğitimi"nden sevgili dostlar. İlk-orta-lise-lisans-yüksek lisans-doktora hepsi bitti bence ve ben bu akademide devam etmeye niyetim olmadığı için sonlandırdım süreci. Vedalaştım bana öğretmen olan herkesle içimde.
Tabii hayatımda koca koca yer açtığım insanların aslında kendi hayatlarında beni pek de matah bir yere koymadıklarını kafamı gözümü yara yara öğrenmiş olmam, başka türden dostluklara inancımı da tamamen yitirdiğim anlamına gelmiyor. Burada çok güzel dostlarım var mesela, bunu biliyorum. Benden kilometrelerce uzaktaki ülkelerde yaşadığı halde beni düşünen, merak eden, yolculuğunu benimle paylaşmak için kıymetli vaktinden ayırabilen güzel dostlarım var, onu da biliyorum. Ve yıllarca dostum sandıklarım aslında hiç yokmuş, ben onlara çok değer verdiğim için onları da dahil ettiğim bir Miyazaki illüzyonu yaratmışım kendime, artık onu da biliyorum.
Dostluk benim sandığım, kafamda büyüttüğüm, varsaydığım şey değilmiş. Biraz(!) zor öğrendim, çok kalp ağrısı çektim, ve "başkalarının" üstüme egolarını, güvensizliklerini ve hırslarını hiç çekinmeden kustuğu söz ve eylemleri için "kendimi" çok ama çok yıprattım. Beni uyaranları dinlemedim, burnumun dikine gittim. Meğer o eğitimin ön koşuluymuş dikbaşlılık, keçilik. O kadar kolaycacık kabul almam ondanmış sahte arkadaşlıklar okuluna, artık gördüm.
Birazdan, ana karakterin Hemingway'in ta kendisi olduğuna ilişkin şüphelerimin her yeni sayfayla daha da kuvvetlendiği çevirimin başına oturacağım. Ve bu yazıya ne niyetle oturduğumu bile hatırlamadan basıyorum şimdi "yayınla" tuşuna. Artık ne çıkarsa bahtınıza. Mis gibi bir de parça bıraktım.
Sahte yakınlıklardan uzak, bol Totorolu günler dilerim efenim. 💜
Not: Çeviriye oturamadı, çünkü sınav kağıtlarını okuyup bitirmek öngördüğünden daha çok vakit aldı. Yet another böhüüüü moment anacım.)