Günlerden Bir Gün Bir Tohum... ✍🏻
Buraya en son yeni yıla girmeden bir gün önce yazmışım. Sonra yine canım mı istememiş, vaktim mi olmamış, yazmaya değer bir şey mi bulamamışım, kim bilir. Arada buraya "düzenli" yazmaya niyet ediyorum, sonra diyorum ki neden düzenli yazacağım yahu, burası bir özgürlük alanı. Keyfimin kâhyalığını en rahat yaptığım alanlardan biri. Neden bir kurala, takvime vs tabi olsun ki?
Bir süredir üyesi olmadığım bir yazı platformunun kurucusu/yürütücüsü olan bir hocamdan her hafta gelen düzenli epostalar var. Her Pazartesi, önceki haftadan aklında kalan/yer eden ne varsa onları platformun eski/yeni üyelerine haftalık tek bir eposta şeklinde yazıyor ve bunu kendine bir "challenge" olarak sürdürüyor. Dün onunla mesajlaşırken, "Acaba," dedim, "ben de blogu en azından belli bir süreliğine böyle bir şey için mi kullansam?" Peki neden?
Çünkü yıllardır yanıma yamacıma uğramayan "yazamıyorum" sözcüğü son birkaç aydır dizimin dibinden ayrılmıyor. Bunu eskiden olduğu gibi çok da dert ettiğimden değil ama sinir bozucu yine de tabii. Tam da artık "oturttum olm ben bu işi" diye düşünüp yaratıcılığa ket vuran şeylerle kendimce baş etme yöntemlerimi keşfettiğim için "havalara girmişken".
Daha önce de oldu böyle uzun süre kaleme kâğıda, klavyeye dokunamadığım, yazıdan çokça uzaklaşıp üretemediğim dönemler. Yani alışık olmadığım bir durum değil. Yazınsal durumlarımı paylaştığım nadir insanlardan olan eşim ve uzaklardaki yazar dostum arada kendi kendime şikayetlendiğimde, "Yahu ikinci kitabın daha yeni çıktı, üçüncü yolda (yol=yayınevi) ve 2025 içerisinde yayımlanmayı bekliyor. Dinlen azıcık bir şey olmaz," diyorlar. Haklılar elbet. Haklı olmasına haklılar da el durdu diye kafa durmuyor ki. Sıkıntı zihnin hareketleriyle elin hareketsizliğinin uyumsuzluğunun yarattığı tuhaf gerilim. Evet, bildiğiniz fiziksel bir gerilim bu. Çenemde, boynumun arkasında ve iki kaşımın arasında.
Tabii biliyorum aslında. Neyi? Yazamamamın da, boynumun iki yanındaki havalı isimli kocaman, kalın kasların kasılmasının da sebebini. Hemen her şeyin birbiriyle bağlantılı olduğunu deneyimleyecek kadar uzundur bu dünyadayım. Geçenlerde kırk sekiz yılımı doldurdum. Gerçi yaş mıdır deneyimi derin kılan sadece? Elbette hayır. Savaş görmüş bir çocuk misal, görece huzurlu bir yaşam sürmüş bir yetişkinden daha deneyimli sayılmaz mı?
Beni bugünün gerilimine taşıyan son birkaç ayı bir kenara bırakıp bugünün kendisine geri gelecek olursam. Oğluş da ben de dün itibarıyla sömestir tatiline girdik. Girdik girmesine de, bir haftadır apartmanda hemen alt katımızda matkap ve balyoz seslerinin bir türlü bitemediği bir tadilat (inşaat bence, tadilat buna denmez zannımca) var. Tatil dedim ama oğluşun bu hafta içi her gün sabahtan öğlene kadar okulda deneme sınavları var, benim de dün okulda katılmam gereken bir toplantı vardı. Bugün o sınavdan çıktı geldi öğlen ve ben sabahtan beri beynimi oyan, müziğin ya da televizyonun kesinlikle bastıramadığı korkunç matkap gürültüsüne daha fazla dayanamadım ve dedim al çantanı çıkıyoruz. Durulacak gibi değildi cidden.
Neye uğradığını şaşıran zavallı kedimizi alamadık maalesef yanımıza, ama defteri, kalemi, bilgisayarı yüklenip mahalledeki bir kafeye attık kendimizi. Birer kahve içtik, şimdi de oğluş kitabını açtı test çözüyor, ben de buraya yazayım bari dedim.
Belki dedim matkap sesiyle başlayan bu minik mecburi dış yolculuk, ufaktan tekrar başlayan bir iç yolculuğun da kapısı oluverir ve ben tekrar başlarım yazmaya. Önce buraya, sonra sakin sakin günlüğüme, sonra belki elimle bir türlü uyumu yakalayamayan ama kafamda ciddi yer kaplayan şu iki projeye.
İşin içinde yaratım olunca ve bazen "olmayınca" bırakıp tamamen yeni bir şeye mi yönelmek lazım acep? Elimdeki aklımdaki romanı ve öykü dizisini, onlarla ilgili nice notlar aldığım defterleri gözümün önünden tamamen kaldırıp yepyeni, ne olduğunu hiç bilmediğim bambaşka bir şeye mi başlamalı.
Neye peki, neye, neye, neye?
Attık buraya tohumu elifcim. Kışın sonu bahar ne de olsa (bu günlük güneşlik tuhaf mevsime Ankara kışı denirse tabii). Tohum yerine alışacak önce, iyice yerleşecek atıldığı yere, ağırlığını bırakıp izini bırakmaya başlayacak, ısınacak, toprağın sıcak koynunda güvende hissedecek kendini ve sonra uyanmaya koyulacak. Mahmur olacak başta. Biraz daha kalayım burada diyecek belki, sıcacık yatağından çıkıp sabahın kör karanlığında okula gitmek istemeyen küçük bir çocuk gibi. Ama büyümek nasıl o çocuğun elinde değilse, patlamaya başlayıp filiz vermek de o tohumun elinde olmayacak. Doğasına karşı gelemeyecek istese de.
Sonra toprak çatırdayacak, önce minicik, gitgide genişleyerek, ve "yeni" uzatacak başını oluşan çatlaktan. Gözü kamaşacak belki yaklaşan baharın ışığından, hafif de ürperecek kışın geriye kalan soğuğundan. Sonra bir cesaret uzatacak narin boynunu, ve göğün genişliğini, bir zamanlar onun gibi minicik birer tohum olan ağaçların o göğe nasıl da yakın olduğunu görüp "ben de yapabilir miyim ki" diyecek. Korksa da bilecek için için, tabiatı gereği "yapabilmeye" ihtiyacı yok aslında. Koşulların olgunlaşmasını, zamanının gelmesini beklemesi yeterli.
Acelesiz, telaşsız, şüpheye düşmeden, düşse de, olması gerekenin olacağını, yaratılması gerekenin illa ki yaratılacağını ve tüm bunların kendinden bağımsız olduğunu bilerek, bilmese de "duyumsayarak". 🌱
Yorumlar
Yorum Gönder