Anlam-sız ⚫️
Sabaha karşı 03:30 suları. Gözlerim açıldı, uykumu almışım da sabahı karşılamaya hazırmışım gibi. Halbuki zifiri karanlık. Herkes uykuda.
Kalbimde bir çarpıntı. Sol tarafımdaki fiziksel ağırlık hissi, koluma sarılmış yatan kedimin kendini bana duyduğu olanca güvenle bırakmasından mı, yoksa kalbim sanki o kanlı canlı halini kaybedip koca bir kayaya dönüşmüş ve olabildiğince ağırlaşmış ondan mı, bilemiyorum. Karanlığın içinde göremediğim tavana bakarak, gözümü kırpmadan öylece duruyorum. Bir ara aklıma şu an deprem olsa ne yaparım sorusu geliyor ve anında, üstümde ağır molozlar varmış gibi nefesim daralıyor ve gözlerimi kapatırsam bu korkunç düşünce da aklımdan silinir belki diye umuyorum. İnsanoğlunun imgeleme gücü gerçekten çok güçlü, iyiyi de kötüyü de. Bu kötü, çok kötü.
Gün ağarmaya başladığında ruhsuz bir beden gözünüzün önüne ne şekilde geliyorsa o şekilde kalkıp mutfağa gidiyor, evin en erken çıkanı olan eşime koyu bir kahve yapıp termosa koyuyor, tam o çıkarken okulda deneme sınavı olan oğlumu uyandırıp onun kahvaltısını hazırlamaya koyuluyorum. Kedim nerede bilmiyorum, ama sol kolumdaki ağırlığı yok artık. Demek kalbimmiş, çünkü bedenimin sol tarafı gece olduğundan da ağır.
Oğlum kahvaltısını ederken eşime yaptığımdan daha da koyu bir kahve hazırlıyorum kendime. 03:30'dan beri uyanık olduğum için değil. Uykusuz hissetmiyorum. Sadece ağır, çok ağır. Kahve yapmak da el alışkanlığı, canım istediğinden falan değil.
Oğluşum otobüse yetişmek üzere hazırlanıp çıkıyor. "Dikkat et kendine lütfen," diyorum. Aynı eşim işe gitmek üzere çıkarken ona da dediğim gibi.
"Dikkat et."
Sonra kahvemi alıp uzundur uğramakta zorluk çektiğim yazı masama geliyorum, bilgisayarımı açıp iyi bir şey okumayacağımı önden bilerek haberlere bakıyorum. Evet, iyi bir şey yok. Zira dünden beri dehşet içinde okuduğumuz/izlediğimiz, bu sabaha karşı 03:30'da beni kalp ağrısıyla uyandıran haberin iyi bir yanının olması mümkün değil.
Dün oğlumla alt kattaki tadilat/matkap/balyoz seslerinden kaçıp sakin ve güzel müziklerin çaldığı, kahvemizi içerek yan yana çalıştığımız kafede yazdığım yazıyı okuyorum tekrar. Bir süredir yazamama halimi anlatmışım, çok anlamsız geliyor şu an. Tadilat gürültüsüne serzenişlerim daha da anlamsız. "Neye uğradığını şaşıran zavallı kedimizi alamadık maalesef yanımıza, ama defteri, kalemi, bilgisayarı yüklenip mahalledeki bir kafeye attık kendimizi," yazmışım. Durup tekrar okuyorum bu cümleyi. Tekrar. Tekrar. Kalbimin ağırlığı artık bedenimin sol tarafını sağdan daha aşağıda olmaya itecek kadar yoğun. Sanki biri bana karşıdan baksa, solum sağımdan aşağıda olacak, öyle bir ağırlık.
Yüksek ses ve gürültüden (elektrik süpürgesi, saç kurutma aleti, eve gelen, sesini tanımadığı biri vs) her zaman çok tedirgin olan kedimizi de yanımda götürememek cidden içimi acıtmıştı dün evden çıkarken, lafın gelişi değil, ne kadar korktuğunu bildiğimden. Her can kıymetli çünkü ve korku hepimiz için.
Ve ben bu sabaha karşı 03:30 sularında uyanmadan tam 24 saat önce, karlar içinde muhteşem manzaralı bir otelde insanlar yanarak, dumandan boğularak, can havliyle pencerelerden atlayarak ya da bizim oturduğumuz yerden kahvemizi içerek haber okurken asla bilemeyeceğimiz başka şekillerde öldü. İki gün önce sömestir tatiline girmiş çocuklar öldü. Onları mutlu etmek için kim bilir kaç ay öncesinden bu tatili planlayan anneleri babaları öldü. Aileler yok oldu. YOK OLDULAR. Önceki gün varlardı, artık YOKLAR. Yıllların sevgisi, emeği, çabasıyla, kim bilir ne zorluklara göğüs gerip ne badireler atlatarak kurulmuş aileler yok oldu. Geride birbirlerinden kimseyi bırak(a)mayarak gitmiş olmaları bir teselli mi? Anne-baba-kardeş hep birlikte yok olup gitmiş olmaları? Bu nasıl bir teselli?
Yok olmak. Yokluğun da bir oluş hali olması ne tuhaf. Var olmak-yok olmak. Var olmak beraberinde bir varlığın ortaya çıkışını getirdiği için daha elle tutulur, kabul edilir bir hal. Peki yok olmak? Artık olmayan bir şeyin oluşundan bahsetmek? İçimize su mu serpmeli, aslında oluşları devam ediyor ama biz o hali bilmiyoruz, kendimiz yok olana kadar da bilemeyeceğiz diye? Yoksa dil oyunlarıyla teselli mi ediyoruz kendimizi, analı-babalı-çocuklu aileler yine "hep birlikte", "kendilerinden kimseyi geride bırakmayarak" başka bir yere gitmişler de varlıkları bizim bilemeyeceğimiz o yerde devam edecekmiş gibi.
Tesellisi yok böyle bir şeyin. Yazdığım her şey anlamsız. Yaşamla ilgili edindiğimi/bulduğumu/özümsediğimi sandığım tüm anlamların yitip gittiği yer burası. Tek yapabildiğim, "kendine dikkat et," demek okula gitmek için evden çıkan oğluma, işe gitmek için yola koyulan eşime. Neye dikkat edecekler belli değil.
Anlamsız, her şey gerçekten çok anlamsız. Bu yazı, içemediğim için soğuyan şu kahveyi yapmış olmam, okuduğumuz okullar, yaptığımız işler, katıldığımız toplantılarda kaybettiğimiz saatler, birileri onu dedi bunu yaptı diye kendimizi harap ettiğimiz dakikalar.
Her şey ama her şey anlamını yitiriyor böyle olaylarda. Depremde, maden göçüklerinde, yangınlarda ve daha nice beklenmedik hayatçalan olayda.
Bahçedeki kedileri ihmal ettim bu ara, çıkıp onları beslemem bugün yapacağım tek anlamlı şey olabilir, ama ona bile gücüm yokmuş gibi hissediyorum şu an. Matkap ve balyoz sesleri başlar birazdan. Şikayet yok artık. Başımızın üstünde bir çatı, soframızda yemek var, sağlığımız da iyi diye şükretmek var her zaman olduğu gibi.
Değil yarın öbür gün, beş dakika sonra ne olacağımızı bilmeden, şu anki halimize şükür var sadece.
Gerisi anlamsız. Geçmiş, gelecek hepsi anlamsız.
Yorumlar
Yorum Gönder