Koşturmacanın İçinde Tatlı Molalar 🎙📽🖋🎨

 


Bu ara biraz yoğun, ama bugün kendime boş oturma ve buraya yazma izni verdim. Çeviride son dönemece girdim sayılır. Sabahın köründe çalışmaya başlayıp öğlene kadar çevir çevir, öğlen okula git, orada da ders aralarında bulduğun her boşluğa bir sayfa bile olsa sıkıştır, böylece kendine koyduğun günlük kotayı olabildiğince aşarak hızlanmaya gayret et. Rutin bu genelde. Tabii araya sınav okumalar, yakında çıkacak öykü kitabımın editörden gelen son halinin bir kez daha okunması, sonra bir son halinin daha gelmesi falan giriyor, yemekti bulaşıktı haliyle devam, ama şikayetim yok. Zihnimin çok karışık olduğu dönemlerde yoğunluk boşluktan daha iyi geliyor bana sanırım. Yeter ki odaklanıp çalışabileyim.

Bu noktada devreye odaklanma meselesi girince instaşehri terk edeli iki ay olmuş, onu fark ettiğimi söyleyeyim. Hesaplarımı tamamen kapattığımdan beri cidden kafam çok daha rahat, sakin, temiz. Dün önce oradayken severek takip ettiğim, şimdilerde ise ancak blogundan - Lispector'un Çilesi (harika blog, kesin tavsiye)- izleyebildiğim bir arkadaşla birazdan bahsedeceğim öykü günleri etkinliğinde karşılaştım; akşamına da yine aynı mecra aracılığıyla tanıştığım çok tatlı kadınlarla yemeğe gittik. Dediler ki özlüyoruz seni orada, açsan ya tekrar, hiç haber alamıyoruz. Dedim cık, böyle çogzel, dokunmayın bana. :) Hem bak ne güzel oldu daha çok özleyip sanal değil gerçek ortamda buluşup birbirimizle ilgili haberleri birinci elden aldık, fena mı oldu. 

Son iki haftadır, artan yoğunluğa rağmen benden beklenmeyecek kadar sosyalleştim, niye öyle oldu ben de bilmiyorum, şaşkınım. Okulda bu dönem aynı öğretmenler odasını paylaştığım arkadaşlarla yemeğe, kahveye, hatta iki eski öğrencimin de oynadığı bir müzikale gittik. Tam "bu kadar açılım bana altı ay yeter" diyordum ki okuldan e-posta geldi, ODTÜ'deki 20. yılınızı doldurduğunuz için hizmet plaketinizi almak üzere törenimize vs vs.... Nisan'da meslekte 25 yılım dolmuştu, 20'si ODTÜ'de geçmiş, vay be dedim, zalım yıllar, geleyim de onurlandırayım bi sizi ve kendi emeklerimi. Gittim gitmesine ama plaket dağıtımı 45. yılını dolduran hocalarla başlayınca ağzım beş karış açık kendimi hesap yaparken buldum. "Benim 45 yıl burada hizmet vermem kaç yaşa denk gelir ki yaleppim" diyerekten bir takdir ve hayranlık...😄

Sıra biz yirmiliklere (!) gelince, epey genç hissettim kendimi ne yalan söyleyeyim. Ben de kendimi bir halt sanıyormuşum dedim, adamlar kadınlar tek kurumda kırk beş yılı devirmiş, helal olsun. Yine de çok tören seremoni vs insanı değilim, bir kez daha anladım, zira çok sıkıldım. Çıkışta bölümden daha önce hiç birlikte oturmadığım iki arkadaşla introvertlüğümüze kadeh kaldırdık. 😋

Böylece yine istemeden sosyalleşmeme rağmen çeviri rutinimi oturtmanın verdiği cesaretle midir nedir, dün (tabii ki tamamını kaçırdığım) 21. Uluslararası Ankara Öykü Günleri'nin son etkinliğinden son dakikada haberdar olup koşarak gittim. İyi ki de gitmişim. 1983 yılında John Berger'le Susan Sontag'ın "Voices" adlı programda öykü nedir, hikâye neden anlatılır vs konulu üç bölümden oluşan nefis bir söyleşilerinin gösterimi vardı. Susan Sontag'la 2010 yılında, yazının başına koyduğum görseldeki kitapla tanışmış ve hayran olmuştum kendisine. John Berger'i de çok konuşulan G. adlı kitabıyla değil de, üniversite yıllarımda aldığım Görme Biçimleri aracılığıyla tanımıştım. Müthiş bir söyleşiydi cidden ve inanılmaz eğlendim. Sontag'ın, Berger'in ortaya her attığı her fikre ısrar, azim ve büyük bir netlikle karşı çıkışı çok eğlendirdi beni. Ya dedim, keşke daha önce izleseymişim bu kadının söyleşilerini, muhalefet etme ve karşıdakini büyük dikkatle dinlemekle beraber kendi fikirlerini çok açık ve sağlam şekilde savunmaya devam etmesi ne kadar da ben. 😁 Ve eve geldim, gugıl'a Susan Sontag yazdım, tabii ki en tepede Wikipedia biyografisi çıktı. Ve sürpriz: doğum günlerimiz aynı. :) Aslında sürpriz değil. Artık o kadar alıştım ki çok etkilendiğim bir yazarın, yönetmenin, çizerin Oğlak çıkmasına. Ve evet inanıyorum keçi kardeşliğine, yapacak bi şey yok. :) Miyazaki, Murakami, Tolkien, Salinger, Patricia Highsmith, Jack London, Beauvoir, Eco, Mishima, Poe, Patti Smith, doğumgünümü paylaştığımı yeni öğrendiğim Sontag, pek tabii Nazım, Bilge Karasu, Leylâ Erbil ve daha niceleri. Seviyorsam bir sebebi var dedikleri cins. Bengiller. Suratsız görünümlü duygusal ve neşeli, soğuk görünümlü tedirgin, karanlık ama o karanlığın içinde insanlık için iyi olanın arayışında, hem bir umudun peşinden gidip yazan çizen, hem umutsuzluğunu aslında sanatla dile getiren. Seviyorum arızaları, yapacak bir şey yok. :)


Kırk yedi yıllık Ankaralı olarak, bana çok yakın olmalarına rağmen gitmediğim iki mekândan biri olan ve önünden milyon kez geçtiğim Doğan Taşdelen Çağdaş Sanatlar Merkezi'ne dün ilk kez bu öykü günleri vesilesiyle gitmiş oldum, aferin bana. (İkinci mekânı söylesem mi diye tereddüt ettim bir akademisyen/yazar/çevirmen olarak ehehe, ama n'olcak söyle gitsin elifcim. Milli Kütüphane.😋) Şansıma hiç sergi yokmuş dün, ben de bir duvarın önüne geçip bunu çektim. Tepedeki ışıkla birlikte çekince uzaylılar Nuh'un Gemisi'ni almaya gelmiş gibi göründü bana ve kendi kendime çok eğlendim.



Bir de mavilere olan düşkünlüğüm nedeniyle şu resim dikkatimi çekti. Ressamın adını okuyamadım maalesef, affola. Deniz var, martı var, balıkçı var, Karadeniz'in yeşiline serpiştirilmiş evler var, daha ne olsun.💙 


Şimdi Sontag'ın birkaç epey önce okuduğum Sanatçı: Örnek Bir Çilekeş'ine tekrar bir bakıp, rafta yalnız kalmaması için birkaç kitabını daha sipariş edip dışarı çıkacağım. Günün geri kalanında yapacağım şeylerden biri net, diğerleri kısmet. 

Kısmet kategorisindekilerden biri de Kuğulu Park'taki Nâzım Hikmet Karikatürleri Sergisi. Belki işlerimi halledince uğrarım (yalan o elifim de neyse).


Ve meraklısına, yukarıda bahsettiğim söyleşinin youtube bağlantısı. Metis Yayınları'nın youtube kanalında parça parça çevrilmiş hali de var sanırım ama ben bütün olan özgün videoyu koymayı tercih ettim. İyi seyirler ve muhteşem beyin fırtınaları diliyorum izleyecek olanlara.


Yorumlar