Yüreğinin Götürdüğü Yer Ateş Olunca 🌋

 



Volkanlarla ilgili izlediğim ilk belgesel sanırım çocukluğumdaydı. Olasılıkla TRT'de izlemişimdir, zira ilk özel kanal olan Star ben liseye başlayana kadar ortalıkta yoktu ve futbol maçıyla haber dışında pek bir program da vermiyordu. Denizin altında patlayan ya da lavları denizin altına akıp orada soğuy(amay)an devleri izlerken yaşadığım heyecanı hâlâ hatırlıyorum. Aynı babamın yüksek lisans için Amerika'ya gemiyle seyahat ettiği anıdaki adam gibi. Okyanusun ortasında dev dalgalara yakalanmışlar, babam daha çok genç. Güvertede durmuş dehşet içinde olan bitene bakıyor ve yanında duran yaşça daha büyük bir adam diyor ki: "Azizim, şu dalgaların güzelliğine bak!"

Yaşım ilerledikçe doğayla olan bağım ya daha da güçlendi ya da zaten bağımın hep çok kuvvetli olduğunu gitgide daha net hisseder oldum. Yarım bırakıp koşarak uzaklaştığım ikinci yüksek lisansım felsefe bölümündeydi ve bir ödevimi yıldızımın bir türlü barışmadığı Kant'ın sublime (yüce) kavramı üzerine yazmıştım. Yücelik benim için dağlar, denizler, fırtınalar, yanardağlardı ve daha çok da onlar karşısında ne kadar ufacık, önemsiz olduğumuzu yazmıştım sanırım. Ödevi bulamadım bilgisayarımda, kim bilir hangi elektronik çöplükte çürüdü gitti veya başıboş dolanıyor.

Böylesine muhteşem ve korkutucu derecede güçlü, hiç kimseye sormadan yıkan ve tekrar yapan bir doğayla var olmuş bir dünyada yaşarken, cılız ve hemen her anlamda zayıf insanoğlunun sürekli bir güç savaşı içinde olması da ne yaman çelişki. Bir deprem, bir kasırga, bir koca dalga, köyünü eteklerine kurduğun volkanda bir patlama... her şey bitti gitti. Game over.

Önceki akşam, eve normalden daha yorgun geldiğim akşamlarda genelde yaptığım gibi beni dinlendirecek, meditatif gelecek bir şeyler izlemek için kanallarda dolaşırken, Disney'de bir National Geographic Belgeseli'ne rastladım. Adı Fire of Love. Hayatlarını volkanlara adamış iki bilim insanının, aşklarının başlangıcı, devamı ve (bitişi demeyelim de) bu dünyada sonlanması volkanlar aracılığıyla olan Katia ve Maurice Krafft'ın inanılmaz hikâyesi. 



Normalde eski çekimleri izlemekten pek keyif almam, belli başlı şeyler dışında. Hele ki söz konusu doğa belgeseliyse yeşili, kırmızıyı, sarıyı doğadaki gibi en net halleriyle göreyim isterim, ama bu belgeselde çekimlerin eskiliği bir saniye olsun rahatsız etmedi. Bunun ilk sebebi elbette hikâyenin ve bu insanların tutkusunun muhteşemliği, ikinci sebebi de volkanların inanılmaz görselliğinin parlaklığa ihtiyaç duymaması. Tanrım, diyor insan izlerken, bu kadar yıkıcı, bu kadar korkunç bir şey nasıl bu kadar güzel olabilir?

Maurice ve Katia, paylaştıkları ortak tutku içinde hem çok benziyor hem de zıtlıkları barındırıyorlar. Akademisyen olarak sürdürdükleri "ikinci" bir hayatları var, topladıkları numuneleri düzenledikleri, yaptıkları çekimleri editledikleri, söyleşilere katıldıkları, kitaplar yazılar yazdıkları "sıradan" hayat. Bir de asıl hayatları var: onları çok mutlu eden, dışarıdan (hele ki rahat koltuğundan) bakana son derece sefil koşullar gibi görünecek hallerde haftalar, aylar boyunca ev rahatı görmedikleri ama şikayet denen illetin pek de yanlarına uğramadığı.

Böyle insanların hayatını izlerken/okurken içimdeki gıcık hep "Sen de anca İngilizce öğret anacım," diyerek hor görür beni. Yani haklı bir yanı da var elbette ama bazılarımızın da nispeten sıradan ve sıkıcı işleri yapması lazım ki işler daha rahat yürüsün, bizim öğrettiğimiz dille insanlar bu filmleri, kitapları anlayabilsin falan filan. (Merhaba ben züğürt, bu da tesellim, memnun oldunuz 😂)

Şaka bir yana, benim tutkum ne diye düşünüyorum bazen, gerçekten bu çılgın ikili gibi "yaparken ölsem gam yemem arkadaş" diyeceğim... Gençken olsa dünyayı gezmek, her en yepyeni kültür ve insanlarla karşılaşmak derdim. Üniversitedeyken dağcılık kulübüne katılmak istemiştim, babam izin vermeyince (o zaman içimdeki isyankâr henüz tam dışarı çıkamamışsa demek) durumu kabullenip Nasuh Mahruki'nin tüm kitaplarını okumakla yetinmiştim. Bir dönem de yokluğun/savaşların vs olduğu bölgelere giderek gönüllü işler yapmaya niyet etmiş, bu amaçla ciddi ciddi ülkeyi terk etmeyi düşünmüştüm... ama ben hep "normale", "güvenli olana" dönme eğiliminde olan çoğunluktaydım sanırım. İkinci züğürt tesellisi geliyor, hazır mısınız? "E ama benden de lazım canım dünyaya!" (O sırada dünya: "Kim? Ne? Elif de kimmiş? Bir ölümlü daha ayol, çok da fifi. Siz gidici ben kalıcı, çok da bişiy sanmasanız mı kendinizi?")

Uzatmayayım, izleyin bence bu müthiş hayat hikâyesini. İnsana kafasını taktığı küçük küçük şeylerin anlamsızlığını bir kez daha hatırlatıyor. Ve o dehşet verici görünümleriyle kıpkızıl lavlar akıtan "kırmızı yanardağların" aslında "iyi" olanlar olduğunu öğretiyor. Nasıl mı? İzleyin öğrenin anacım. Buyurun bu da trailer'ı. Hizmette sınır yok, lütfen. Volkan araştırmacısı değiliz diye çok şükür az biraz becerdiğimiz yazma işini de yapmayacak değiliz, peh.

Yorumlar

Yorum Gönder