Yüreğinin Götürdüğü Yer Ateş Olunca 🌋
Yaşım ilerledikçe doğayla olan bağım ya daha da güçlendi ya da zaten bağımın hep çok kuvvetli olduğunu gitgide daha net hisseder oldum. Yarım bırakıp koşarak uzaklaştığım ikinci yüksek lisansım felsefe bölümündeydi ve bir ödevimi yıldızımın bir türlü barışmadığı Kant'ın sublime (yüce) kavramı üzerine yazmıştım. Yücelik benim için dağlar, denizler, fırtınalar, yanardağlardı ve daha çok da onlar karşısında ne kadar ufacık, önemsiz olduğumuzu yazmıştım sanırım. Ödevi bulamadım bilgisayarımda, kim bilir hangi elektronik çöplükte çürüdü gitti veya başıboş dolanıyor.
Böylesine muhteşem ve korkutucu derecede güçlü, hiç kimseye sormadan yıkan ve tekrar yapan bir doğayla var olmuş bir dünyada yaşarken, cılız ve hemen her anlamda zayıf insanoğlunun sürekli bir güç savaşı içinde olması da ne yaman çelişki. Bir deprem, bir kasırga, bir koca dalga, köyünü eteklerine kurduğun volkanda bir patlama... her şey bitti gitti. Game over.
Önceki akşam, eve normalden daha yorgun geldiğim akşamlarda genelde yaptığım gibi beni dinlendirecek, meditatif gelecek bir şeyler izlemek için kanallarda dolaşırken, Disney'de bir National Geographic Belgeseli'ne rastladım. Adı Fire of Love. Hayatlarını volkanlara adamış iki bilim insanının, aşklarının başlangıcı, devamı ve (bitişi demeyelim de) bu dünyada sonlanması volkanlar aracılığıyla olan Katia ve Maurice Krafft'ın inanılmaz hikâyesi.
Normalde eski çekimleri izlemekten pek keyif almam, belli başlı şeyler dışında. Hele ki söz konusu doğa belgeseliyse yeşili, kırmızıyı, sarıyı doğadaki gibi en net halleriyle göreyim isterim, ama bu belgeselde çekimlerin eskiliği bir saniye olsun rahatsız etmedi. Bunun ilk sebebi elbette hikâyenin ve bu insanların tutkusunun muhteşemliği, ikinci sebebi de volkanların inanılmaz görselliğinin parlaklığa ihtiyaç duymaması. Tanrım, diyor insan izlerken, bu kadar yıkıcı, bu kadar korkunç bir şey nasıl bu kadar güzel olabilir?
Maurice ve Katia, paylaştıkları ortak tutku içinde hem çok benziyor hem de zıtlıkları barındırıyorlar. Akademisyen olarak sürdürdükleri "ikinci" bir hayatları var, topladıkları numuneleri düzenledikleri, yaptıkları çekimleri editledikleri, söyleşilere katıldıkları, kitaplar yazılar yazdıkları "sıradan" hayat. Bir de asıl hayatları var: onları çok mutlu eden, dışarıdan (hele ki rahat koltuğundan) bakana son derece sefil koşullar gibi görünecek hallerde haftalar, aylar boyunca ev rahatı görmedikleri ama şikayet denen illetin pek de yanlarına uğramadığı.
Çok merak ettim hayatlarını ve belgeseli, bulup izleyeceğim. :)
YanıtlaSil🧡
Sil