Sonbahar Melankolisi, Dolunay ve Uyum Meselesi



Sonbahar melankolisi diye bir şey gerçekten var bence. Tabii ki "dökülen yapraklarla birlikte hayatımızdan dökülüp gidenler" gibi bir yazı olmayacak, endişeye mahal yok. Daha çok melankolinin doğal fiziksel unsurlarla bize pek de sormadan gelip üstümüze yerleşmesiyle ilgili belki. Bulutlu gökyüzü, yağmur, havanın serinlemesi itibarıyla üzerimize ince bir hırka/mont giyme ihtiyacı, ışığın azalması ve etraftaki renk geçişleri (canlı mavi-yeşillerle parlak sarılardan yumuşacık pastellere ve tok kırmızılara doğru) kendiliğinden bir ruh hali değişikliğine taşıyor insanı sanki. Yağmur ya da hırka seven biri olup olmamanızdan bağımsız.

Ama benim her sonbaharda en dikkatimi çeken (ve yukarıdakilere göre biraz daha dikkatli bakmayı gerektiren) şey, sessizlik. Havanın soğumaya başlamasıyla sabah kuşların yoğun cıvıldaması azalıyor, kediler ortalıkta daha az koşturuyor ve sanki kendi doğasıyla uyumlu yaşamaya devam eden her canlı "kapanmaya" hazırlanıyor. Kabaran tüylere, kıyafetlere, soğuktan korunmak için kovuklara/yuvalara/evlere, yorgan altlarına, yumuşacık hırkaların sıcak kollarına sığınmaya.



Tam bunları yazarken telefonuma korku filmi müziği gibi tuhaf bir melodi eşliğinde bir bildirim geldi. Yukarıya bıraktığım görsel eşliğinde. Dolunay. Yüzde yüz tepsi. Son birkaç gündür gördüğüm karman çorman rüyaların ve sürekli uykumun tam orta yerinde, sabahın 3'ü 4'ü civarı gözümü açıp uykuya geri dönememelerimin açıklaması. Sizi bilmem, ama ben "dolunaydan-epey-etkilenengillerden"im. Bunu anlamsız, tuhaf ve saçma bulanlar olması ve bana bıyık altından kıhkıh gülmeleri de pek önemli değil, çünkü uzun yıllardır bedenimin ve ruh halimin doğada olup biten her şeyle ne kadar bağlantılı olduğunu çok yakından izleyebilecek kadar kendimle bağlantıdayım. Biz insanoğlu kendimizi herkesten ve her şeyden üstün görme kibrinden vazgeçebilsek, doğadaki her ama her döngünün aslında bizde de bir haliyle var olduğunu, bahçedeki kediden, daldaki kuştan, sudaki balıktan, o hayran hayran seyrettiğimiz koca ağaçtan ya da muhteşem dalgalardan farkımız olmadığını, onlar nasıl mevsim geçişlerine, doğa koşullarına vs sürekli uyum sağlayarak var oluyorlarsa, bizim doğamızın da aslında - sürekli engellemesek ve "modern hayat"la bozmasak - bu sürekli uyum haline göre tasarlandığını çok rahat göreceğiz.

Devam etmeden şuraya nefis bir eşlikçi müzik bırakayım:




Yoga dersleri verirken en çok söylediğim şeylerden biri sanırım şu: "Şu anki halini fark et. Bedenini, duygunu, nefesini. Gün boyunca koşturmaca içindeyken ya da sürekli başkaları için bir şeyler yapıyorken görmezden geldiğin bir sürü şey var, şimdi başka şeylere verdiğin o kıymetli dikkati kendine çevir. Bedeninde nereler gergin, nereler rahat, ağrıyan sızlayan bir yer var mı, nefesin rahat akıyor mu yoksa bedende tıkandığı bir yer var mı, ve zihnin ne durumda - derse tek başına geldin, ama zihninin içinde kimleri, neleri de beraberinde getirdin ve şu an yanı başında oturuyorlar?"

Bu o kadar önemli ve bence "dönüştüren" bir şey ki. Gün içinde kendimizden başka herkesin ihtiyaçlarına, isteklerine sürekli yanıt verme halindeyiz, ama kendimizle ilgili fark ettiğimiz fiziksel/ruhsal/zihinsel bir rahatsızlığı hızla geçiştiriyoruz genelde. Halbuki o rahatsızlık anları, bedenin ve ruhun bize seslenişi. "Bak ben iyi değilim, biraz benimle ilgilen" çağrısı. Melankolik olmayı sevmiyorsak üzerimize çöken melankoliden, uğraşmak istemediğimiz bir sorun olarak gördüğümüz için fiziksel şikayetlerimizden ya da kafamızın içinde neon ışıkları gibi yanıp sönerek bizi sürekli uyarsa da varlıklarına alıştığımız için sorun olarak görmediğimiz duygu/düşünce durumlarından kaçıyoruz.

Ama biz kaçıyoruz diye onlar kovalamayı bırakmıyor işte, sorun her neyse olduğu gibi duruyor orada. Kedi durup yarasını yalıyor, kuş üşüyüp kabarıyor ve diğer kuşlara sokuluyor, ağaç üzerinde kuruyup giden - yaprak, dal - ne varsa hiç sorgulamadan bırakıp yeniye hazırlanıyor, ama biz başımızın ağrısını, midemizin şişmesini, uykuya bir türlü dalamayışımızı, kitap okurken dikkatimizi veremeyişimizi üstünkörü fark etsek de nedenini anlamaya çalışmak yerine bir güzel geçiştiriyoruz. Döngü bozuluyor ve haliyle biz "bozuluyoruz". 

Bozulanı, hele ki belli bir aşamayı geçtikten sonra, tamir etmek daha zor. Yara ilk açıldığında ilgilenirseniz başka, enfeksiyon kaptıktan sonra tedavi etmek başka. Üşüdüğünüzü fark ettiğiniz an üstünüze bir şey almak başka, burnunuz akıp boğazınız acımaya başladıktan sonra vitamin alıp kalın giyinmek başka. 

Fiziksel/zihinsel/ruhsal yaraları kutulara koyup "zamanı gelince bakarım" diyor, sonra unutuyoruz onları orada, ve ağrı-sızı-huzursuzluk arttığında bir açıyoruz kutunun kapağını, her şey birbirine girmiş, önceden minik birer kesik olan şeyler irinli iltihaplara dönüşmüş. 

Yine nereden nereye gitti yazı. Halbuki çıkış noktası sabah gökyüzünden odanın içine düşen soluk sarı-turuncu-pembe ışık ve mutfak penceremizde her sabah cıvıldaşan serçelerin sesini bugün çok daha geç duymamdı. 

E hayırlı dolunaylar madem. 😏🌕

 

Yorumlar

  1. Sonbahar geldi diye mutlu olanlar derneğinin sadık bir üyesi olarak bu sessizlikten çok mutluyum vallahi :-)
    Salgında ne güzel meditasyon yapmıştık senle di mi?

    YanıtlaSil
  2. Ya evet Şule, ne güzeldi, pandeminin kendisi hariç pek tabii. :)

    YanıtlaSil
  3. Okumak bile iyi geldi, keşke yoga öğrenciniz olsaymışım :) Ben de sevmiyorum o sessizliği, halbuki sessizliği çok severim ben. Ama sessizlikte konuların belirginleşmesinden değil de, sanırım o durgun sisli halden rahatsız oluyorum, belirsizlikler ve kısırdöngüler. Sessizlik bende bu çağrışımı yapıyor güz mevsiminde. Oysaaa :) diyerek çevireyim, güz aslında rengarenk ve çok canlı bir mevsim, çünkü bedensel anlamda çok daha yetkiniz havalar nedeniyle, bol bol kullanabilmek umuduyla...

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Yorumunuzu şimdi gördüm. :) Belki bir gün bir derste karşılaşıveririz kim bilir. :) Ve evet, renkler birbirine yakın tonlara büründüğü için o sakin görüntü bence de, yoksa sarılar turuncular kırmışlar capcanlı :)

      Sil

Yorum Gönder