İç Dökümü



19 Mart 2024, Salı. Masamdayım. Ev sessiz. Eşim ve oğlum çoktan çıktı. Miyu Hanım ortalıkta yok bugün. Kalorifer yanı gizli kuytusunda uyuyor muhtemelen. Son birkaç yıldır okulda öğlen dersi istememin bir hediyesi bu sakin sabahlar bana. Her ne kadar ekran başında çalışmak - hele ki çeviriyse iş - özdisiplin anlamında epey yorsa ve yıpratsa da bünyemi, seviyorum bu alanı.

Arka planda hafif, nedense şu an biraz da hüzünlü gelen, bir müzik. Camdan içeri giren güneş, bilgisayarımın yanında duran koyu kahve, bahçeden gelen kuş sesleri, dostların blog yazılarından edindiğim hayat izlenimleri ve anlık gülümsemeler, çokça şükür ve minnet hali.

Bu aralar yine aklımda "gidenler" var. İhtiyaçları bitince gidenler, sadece ben arayıp sorduğumda görüştüğümüz için ben aramayı bıraktığım an gidenler, herkese ve her şeye vakit bulan ama bana gelince çok yoğun olduğu için gitmesi gerekenler, ler ler ler ler... Çok alıştı bünye buna, yadırgamayı bırakalı çok oldu yani. Eskiden olsa isyan ederdim, ama yorgunum artık.

Kanıksamak hem iyi hem kötü bir şey. Mesela başlarda dumur olurken, artık herhangi bir şeye 100 tl verip neredeyse asla hiç üstünü beklememeye nasıl da alıştık. Bozuk para gibi oldu. Ama alıştık, kanıksadık, yine gerilip üzülüyoruz memleketin haline ama eskisi kadar söylenmeden, çünkü ne yapacağız, ekmek mi almayacağız yoğurt peynir yumurtayı da mı çıkaracağız alışveriş listesinden. Peynir ekmek yahu, paran olmayınca ya da aç kaldığında elinin ilk gittiği şey. 

Ama alıştık. Mecburen. Ve alıştıkça normalleşmesine de bünyelerimiz alıştı. İşte gidenler de aynı böyle. En azından benim için. Hep vardı gidenler, çocukluğumdan beri. Ortaokulda küçücük bir kızken bile bir arkadaşımla sorun yaşadığımda o kadar derinden bir acı duyar ve oturup ağlardım ki annem şaşar kalırdı. "Kızım, bu kadar mı önemli senin için bu arkadaşın?" "Evet anne! Evet bu kadar önemli böhüüüüü". Kıyamam.


The Crying Boy - Giovanni Bragolin 

Yaşla, genç yetişkinlik ve sonrasıyla böhüler bitti elbette. Ama o derin acıyı hemen her arkadaş kaybında duydum. Bir gün tarif etme çabasına girer miyim bilmiyorum ama şu an hiç canım çekmedi. Çünkü üstüne düşünmeye, onca kıymeti vermeye değmediğini göreli, anlayalı epey oldu. Gösterdiler. Anlattılar. Sağ olsunlar, çok güzel bir "eğitimden" geçtim sayelerinde. Kimi hocamdı, çok güvendiğim, kimi türlü türlü badirelerde yanımda olan/yanında olduğum, kadim dost dediğimdi, kimi her umutsuzluğa düştüğünde cesaret verdiğim, destek olmaya çalıştığımdı. 

Bilmediğim şuymuş. Bunların hiçbiri dostluk değilmiş. Bunlar benim hayat tarafından belirlenen eğitilme müfredatımın birer parçasıymış. Kimi zorunlu ders, kimi zorunlu seçmeli (dünyanın en anlamsız ama var olan şeyi bu da), kimi seçmeli, kimi kredisi bile olmayan dersler. Ama hepsi ders. Sıkıldığın da, eğlendiğin de, kırıldığın da.

Sınavları zormuş bu derslerin. Ve uzun. Ve kapsamlı. 

Bir diploma vermediler bu eğitimlerin sonunda bana. Ben de istemedim. Aldıklarım yeter bana, göğsüme bir nişan ya da duvarıma çerçeve içinde anlamsız bir yazı asmama gerek yok. Ben biliyorum ellerimle üst üste tuğla koya koya yükselttiğim hangi duvarımda ne var, kalbimin neresi kimden çiziklerle doldu, kimden kan revan içinde kaldı zamanında.

Yüz liranın üstünü almamaya alışır gibi alıştım benimle işine gelmediği an bağını koparanlara.  Akraba-aile içinde, işte, arkadaşlıklarda, hepsinde. Hatta romanım "Uyuşma"nın çıkmasıyla başlayan süreçte edebiyat "camiasında".

Kimseden bir beklentim yok artık. Gönül isterdi ki bu cümleyi yazmam için yıllarca kalp ağrısı, hayal kırıklığı, çaresizlik hissi, kendimi suçlayıp durduğum öfke nöbetleri gerekmemiş olsun. Gerekiyormuş demek. Bu hayatta herkesin büyük büyük sınavları var. Bana da bu "sözde dostluk" eğitimlerinin düşmesinden şikayetçi değilim artık. Başka bir şeyle sınanmaktansa bunu tercih ederim.

Ve bence artık (nihayet) mezun oldum "sözde arkadaşlar eğitimi"nden sevgili dostlar. İlk-orta-lise-lisans-yüksek lisans-doktora hepsi bitti bence ve ben bu akademide devam etmeye niyetim olmadığı için sonlandırdım süreci. Vedalaştım bana öğretmen olan herkesle içimde.

Tabii hayatımda koca koca yer açtığım insanların aslında kendi hayatlarında beni pek de matah bir yere koymadıklarını kafamı gözümü yara yara öğrenmiş olmam, başka türden dostluklara inancımı da tamamen yitirdiğim anlamına gelmiyor. Burada çok güzel dostlarım var mesela, bunu biliyorum. Çok uzak ülkelerde beni düşünen, merak eden, çocuklarının ve kendisinin yolculuğunu benimle paylaşmak için azıcık vaktinden ayırabilen, hayatımda sadece iki kez yüz yüze görüştüğüm bir dostum var, onu da biliyorum. Ve yıllarca dostum sandıklarım aslında hiç yokmuş, ben onlara çok değer verdiğim için onları da dahil ettiğim bir Miyazaki illüzyonu yaratmışım kendime, artık onu da biliyorum. 

Dostluk benim sandığım, kafamda büyüttüğüm, varsaydığım şey değilmiş. Biraz(!) zor öğrendim, çok kalp ağrısı çektim, ve "başkalarının" üstüme egolarını, güvensizliklerini ve hırslarını hiç çekinmeden kustuğu söz ve eylemleri için "kendimi" çok ama çok yıprattım. Beni uyaranları dinlemedim, burnumun dikine gittim. Meğer o eğitimin ön koşuluymuş dikbaşlılık, keçilik. O kadar kolaycacık kabul almam ondanmış sahte arkadaşlıklar okuluna, artık gördüm.

Birazdan, ana karakterin Hemingway'in ta kendisi olduğuna ilişkin şüphelerimin her yeni sayfayla daha da kuvvetlendiği çevirimin başına oturacağım. Ve bu yazıya ne niyetle oturduğumu bile hatırlamadan basıyorum şimdi "yayınla" tuşuna. Artık ne çıkarsa bahtınıza. 

Sahte yakınlıklardan uzak, bol Totorolu günler dilerim efenim. 💜


OBD Sendromu (İsmin her hakkı saklıdır)



Dışımın sakin içimin karmaşık olduğu, üst kat komşumuzun torununun evin bir ucundan diğer ucuna bağırarak ve ayaklarını yere vurarak deli gibi koşmasını (yine) dinlemek durumunda kaldığımız bir pazar gününden selamlar. Sabah, gündüz, gece, hafta içi, haftasonu fark etmiyor maşallah. O küçücük çocuğun minicik ayaklarından o gümbürtüler nasıl çıkabiliyor, neden bir çocuk "sürekli" koşar, "sürekli" bağırarak konuşur ve neden büyükleri bu konuda bir şey yapmaz, bilmiyoruz. "Özgür ailelerin (!) gizemi". Pıffff.

Neyse, yazının konusu bu değil, merak etmeyin. 

İnsanın kendinde/çevresinde/rutininde/anlayışında vs. değiştirmesi gereken şeyleri net şekilde görüp bilmesi ve fakat çok az değişiklik yapabilmesi, hatta bazen o değişime direncin daha da sağlamlaşması için elinden geleni ardına koymaması çok ilginç bir şey. Bu ister para kazandığınız işle ilgili çalışma disiplini olsun, ister tek kuruş elde etmediğiniz ama yapmayı çok sevdiğiniz, size iyi gelen şeylerle ilgili disiplin. Direnç acayip bir şey. 

Yazmaya direnç, okumaya direnç, egzersiz/yoga vs. yapmaya direnç, erken uyumaya direnç, meditasyon yapmaya direnç, sosyal medyada gereksiz insanları takipten çıkarmaya direnç, sosyal medyadan uzaklaşmaya direnç. Kısaca OBD mi desek? "Ota Boka Direnç."

Eğer bir influınsır olsaydım, hemen viral olurdu bakın bu. "OBD sendromu" nedir, nasıl anlaşılır?" / "OBD'yi aşmanın yolları"/ "OBD sendromunuz var mı, beş dakikalık testle hemen anlayın" / "OBD'yi nasıl yendim?" / "Kanalıma ve e-posta listeme üye olun, OBD el kitapçığını bedava kapın" / "Yorumlara üç arkadaşının adını yazıp OBD'sini dünyayla paylaşan beş kişiye OBD'yle Mücadele Eğitimi % 50 indirimli! Kazanmak için son beş saat!"  

Bak gaza geldim şimdi, YouTube kanalı mı açsam? 😂 Ben ona da üşenip direnirim muhtemelen, siz açarsanız izlerim ama. Öldürecek vakit çokmuş gibi. Hadi yine iyisiniz, hem bedava fikir buldunuz hem de ilk abonenizi!

OBD'nin tekli ve çoklu türleri var bu arada. Tek bir şeyeyse direnciniz - misal sadece daha erken kalkmaya, sadece yürüyüşe çıkmaya vs. - demek ki sizde OBD-T (Ota Boka Direnç-Tekli) var. Çarşı her şeye karşı modundaysanız, iş biraz daha karmaşıklaşıyor ve karşımıza OBD-Ç (Ota Boka Direnç-Çoklu) çıkıyor. Bunlar zaman zaman yer değiştirip hayatımıza girebilirken, bazı azim çörekliği dönemlerinde tamamen ortadan da kaybolabiliyorlar. Ama sinsi bir sendrom bu OBD maalesef. Tamamen yok olduğunu sandığınız o acayip verimli, huzurlu, kendinizden pek bir memnun olduğunuz tatminkar dönemlerde aslında sadece zihninizin karanlık kuytularına çekilmiş, boş bir anınızı kolluyor oluyor. Bir anlık zayıflık, bir anlık yorgunluk, mazallah bir minik özgüven eksikliği, ve hooop OBD is back in da house.

Efenim çok popüler bir şey malum, "sizde durum ne, yorumlara yazıp bizimle paylaşsanıza!" demek sosyal medyada, çünkü etkileşimi arttırıyor(muş). Burası "asosyal medya" olduğu ve etkileşen bir avuç insan olduğumuza göre, kendinizi ticari/sosyal kaygılar için kullanılmış hissetmeden gönül rahatlığıyla sizde bu sendromun hangi halleri var paylaşabilirsiniz. Maksat iki kikirdeyip direnmeye devam etmek. Raad olun biz bizeyiz. 😏

Şuraya da "hiçbir şey yapmamaya direnme" üzerine hoş bir yazı bırakıyorum meraklısına:

https://www.independent.co.uk/voices/silent-retreat-meditation-home-lockdown-b1789416.html



Gün aymış mı bi bakiim



Orman manzaralı bilgisayar masaüstümle, kopkoyu kahvem, uzun zaman sonra elime aldığım, benim için yıllardır sabah günlükleri diyebileceğim bir işlevde olan defterciğim ve açık camdan her an sıvışabileceği için gözümü üstümden ayırmadan bu yazıya oturduğum Miyucuğumla birlikte, hepinize günaydın sevgili blog ahalisi. 

Aslında dün akşam, önceden hep yaptığım (ve bir süredir yorgunluk, hastalık, moralsizlik, galiba artık biraz da yaşlılık 🤪) gibi sebeplerden yapamaz olduğum 5:30'da kalkma rutinime geri dönmeye niyetle kurmuştum alarmımı. Alarm görevini çogzel yapıp çaldı (malum, makinalarda niyete gerek yok, neye ayarlıysa onu yapıyor, bizde öyle mi? Niyet et, ayarlamaları yap, sonra ayarlara uymak için kendi kafa ayarlarını yap, sonra bedeninin, ruhunun, zihninin de o ayarlara uyması için irade denen arkadaşla muhabbeti hep sıkı tut, aman arayı açma yoksa zıçtın mavisi, benden söylemesi. Falan filan).

Gözüm Miyu'da yazmaya devam ediyorum. Çok seviniyor açık camın önünde oturmayı. Temiz havayı kokluyor, kuşları ve köpekleri dinliyor, bahçeden geçen kedilere bakıyor. Geriliyor da aslında, niye bilmiyorum, ama heyacan daha çok sanki. Havalar biraz daha ısınsın da balkon sefalarımıza başlayalım seninle Miyucum.

Neyse, alarm 5:30'da çaldı, ama çok zaman olmuş tabii bu rutini aksatalı, elif kafası dedi ki, ilk gün bugün, alışma süresi, bi 10-15 dakika geç kalk bişi olmaz, sonra yavaş yavaş istediğin saate çekersin. He la he. Gözümü bi açtım saat 6:28. Alarmın normalde çaldığı saat yani. Pöff. Salak çocuk, bir anda haşırt diye bir saat geri alınır mı uyanma saati insafsız, önce bi 6:20 yap, di mi, sonra 6:10, sonraki gün 6:00 falan...

Gün daha doğmadan kalkıp ev ve sokak ve her şey henüz çok sessizken yazmaya başlamayı, günün ağarışına, gökyüzünün an be an değişen renklerine, kuşların ilk cıvıltılarına şahit olmayı yıllardır çok seviyorum. Bir süredir bu rutinin aksaması hem sürekli yakama yapışan grip illeti, hem son birkaç aydır içinden geçmek durumunda kaldığım zorlu bazı süreçler yüzündendi cidden. Ama düşünüyorum, daha önce ağır grip olmadım mı hiç, oldum, çok. E daha önce hiç zorlu süreçleri olmadı mı hayatımın, oldu, hem nasıl, hatta çoğunda da bu sabah günlükleri yetişti imdadıma. Eeee o zaman başka bir bileşen daha olmalı.

Şöyle ki. Oğlum bu yıl lise üçüncü sınıf ve ilk dönem ara ara, "Anne bugün kahvaltı için bir şey hazırlamasan bana?" demeye başlamıştı. Yine de haftada 2-3 sabah kahvaltı ediyordu, ben de haliyle çok uzun yıllardır rutinim olan şeyi yapıp ondan önce kalkıyor, onun kahvaltısını hazırlarken kendime de kahve yapıyor, akşamdan kalan bulaşık varsa onları yıkıyor, salonu şöyle bir toparlıyor, böylece önce bedenen, sonra zihnen uyanmaya başlıyordum. 

Bu dönem oğlum sabahın köründe (7:00-7:15 arası) kahvaltı etmeyi hepten istemez oldu. Ben de hiç ısrar etmedim, zira o yaşta ben de hiç hoşlanmazdım daha gözümü açmadan ağzıma görev gibi bir şeyler tıkıştırmaktan. Durum böyle olup ondan önce kalkma gerekliliği ortadan kalkınca da, arka planda kendini her an bir bahane bulup salmaya hazır gevşek zihin hoooop devreye girdi. "Ya yat işte azcık daha çocuk dana kadar oldu kendi giyinip hazırlanıyor zaten yıllardır, e kahvaltı da hazırlamican, bıt bıt..." Ve sonuç: o servise binmek üzere evden çıkınca anca kalkar oldum, 7:25 civarı. Peh. Gün bi güzel sarktı yani. Sessiz yazı saati oldu mu sana trafik seslerinin başladığı, kuşların elif'ten önce uyanıp muhabbeti epey ilerlettiği, günün çoktan ağardığı saat?

Bugün 6:40 civarı da olsa deftere bir şeyler karalamak, mutfağı salonu şöyle bir toplayıp kendime kahve yaparak güne başlamak iyi geldi. Buraya yazmayı planlamamıştım aslında ama olsun; genelde planlamıyorum zaten, içimden çok gelince yazıyorum. 

Şimdi bu yazıyı bitirip camı kapatacak, "niye kapattın aneyyyy" bakışlarıyla kısacık bir duygu sömürüsüne girecek Miyu'yu masama dötünü devirmeye davet edecek ve kahvemin biraz soğumuş ikinci yarısını içerken çeviriye oturacağım.

Uyanın a dostlar, gün ayalı çok oldu! :) Dilerim hepimiz için çok güzel geçsin bugün. 🐬 

Şuraya da meraklısına güzel bir söyleşi. Yazar-çizer Paco Roca'yla. 

Ve son olarak, bu ara içinden geçtiğiniz/henüz geçemediğiniz her ne zorluk varsa ona bir kolaylaştırıcı olsun diye nefis bir parça. Nefes aldığımız her an hâlâ hayatta olduğumuzu hatırlayalım, 7/24 sorgusuz sualsiz bizimle olan o canım nefeslere ihanet etmeyelim diye. 🙏🏻



 

Yazı Yoksa Çizi Var

 





Ben çeviriye sekte vurmasın diye yazmaktan kaçtıkça, kafamda dönüp duranlar başka türden çizgiler olarak kalemin ucundan akmaya başladı. Hayırlısı. 

Rüyamda Entler'in Son Yürüyüşünü Görmüşüm Gibi Bir Sabah

 

(Tam ekran ve sesi açarak izleyiniz.) 

♥️

Bu aralar, yine yeni bir yolun başındaymışım gibi bir his içindeyim. Aslında günlük hayatıma baktığımda yeni bir şey yok: sabah kalkıyorum, ev ahalisi işe/okula gittikten sonra masama oturuyorum, son iki aydır çeviriye yoğunlaştığım için yazının "yazma kısmıyla" maalesef haşır neşir olamasam da kalemlerimi, defter ve kitaplarımı görmek, çok yakında yazmaya başlayacağım şeyi düşünmek bile iyi geliyor.

Bu yeni yol hem çok ıssız bir yerde, hem çok kalabalık sanki. Nasıl bilmiyorum. Henüz. Belki çok insan ama hepsi yalnız. Belki az insan ön planda, ama arka plan mahşer yeri. Belki kalabalıklar sadece insanlardan oluşmuyor, hayvanlar, bitkiler, ağaçlar, kayalar, dağlar var, çokça, sayılamayacak çoklukta...

Sakin bir heyecan var içimde. Zıplayıp hoplamıyor, bağırıp çağırıp sevinç çığlıkları atmıyor. Odanın köşesinde kendi kendine oyun oynarken farkında olmadan gülümseyen veya kendi kendine konuşan küçük bir çocuğun sade, kendine has, kimsenin dokunamayacağı, bir anlığına dokunup bozsa da çocuğun içinde yerleşik olduğu için ilk fırsatta geri gelecek türden saf bir neşe gibi.

O zaman gün normal akışında devam ederken, o henüz ne olduğunu bilmediğim ıssız kalabalıkların zihnimin içinde kendilerini bana biraz daha gösterecek alan bulmalarına niyet ederek hazırlanıp çıkayım. Biraz dolmuşla seyahat(!), biraz kampüsün yeşilleri ve öğrenci cıvıltıları içinde sakin yürüyüş, belki kulağımda güzel bir müzik veya gülümseten/düşündüren/ilham veren bir podcast.

Dilerim gün içinde bize çok sıradan görünen anlarda minik Tinkerbell tozları uçuşsun tepemizde.✨