Hafta sonları dışarı çıkmaktan çok hoşlanan bir yapım yok. Hele ki okul açıkken ve hafta içi her günüm yollarda, toplu taşıma araçlarında ve meslek gereği insan içinde geçiyorken. Belki eşimle ya da yakın bir arkadaşımla bir kahve, ayda bir-iki kez de yemek/muhabbet buluşmaları yetiyor da artıyor.
Son iki yıldır bu nadir sosyalleşmelerime edebiyat söyleşileri eklendi ucundan. Bu konularda fazlaca aktif olan bir arkadaşım sağ olsun hemen her şeyi haber veriyor, ben de arada canımın çektiklerine uğruyorum.
Geçen hafta, sanırım Cumartesi günü, evdeki koltuğa yayılmış bir şeyler izlerken mesaj geldi o arkadaşımdan. Kumrular'da yıllardır sürekli önünden geçtiğim, iki kere kolilerce kitap bağışladığım ve içini çok merak ettiğim halde nedense hiç girip bakmadığım Adnan Ötüken İl Halk Kütüphanesi'nde. Dedim en kötü kütüphanede oturur çalışırım ya da güzel güzel raflar, koridorlar arasında gezinirim.
İyi ki de gitmişim. Söyleşi de fena değildi, ama beni asıl canlandıran, söyleşi öncesi kütüphanenin avlusu diyebileceğim kocaman bahçesini keşfetmek oldu. Helal olsun Elif sana dedim içimden. Neredeyse kırk sekiz yıllık Ankaralısın, hadi bunca zamandır Milli Kütüphane'ye hiç gitmedin, yolu sana ters vs (Bahçeli yahu, Çinçin değil, üşeniyorum demiyor da), buraya neden hiç gelmemişsin ki? Çok ayıp.
Bir yere ilk gittiğimde hep yaptığım gibi, yerleşmeden önce şöyle bir gezindim ve tabii ki hemen "yasak kapılar" ve "gizli geçitler" buldum. Latife ediyorum efenim, yasak veya gizli olan bir şey yoktu muhtemelen, ama ben her zamanki gibi işime öyle geldiği için öyle hayal ettim.
Hemen arka tarafından vızır vızır arabaların geçtiği, dolmuşçuların semt/mahalle adlarını avaz avaz bağırarak söylediği, hareketin, curcunanın, insan kalabalığının hiç bitmediği bir yer olan Kızılay'ın göbeğinde, trafik ve insan seslerinin yalnızca boğuk bir uğultu şeklinde çok uzaklardan geldiği, kuş seslerinin ve Ankara'nın canım sonbahar göğünün ışıklarının her yeri kapladığı bir vaha. Bir kurtarılmış bölge. Sığınak.
Böyle hissedince de aklıma, içime huzur dolan, hayal gücümün sakin sular eşliğinde akmaya başladığı, sessizliği ve sakinliği insanı başka âlemlere götüren bir başka yer düştü aklıma: Deyrulzafaran Manastırı. Üç yıl önce eşim ve oğlumla Ağustos sıcağında n'oluruz acep demeden keyifle yaptığımız dört günlük gezinin son ayağı olan Şehr-i Mardin'deki o büyülü avlu.
Kapılar, kemerler, yanlarına uğrayacak düşünceli ruhların gelmesini sabırla bekleyen eski banklar, pencereler, oyuklar, merdivenler, anlamadığım dillerde sesler, sözler. Vaktimiz olsa (ve Ağustos öğle sıcağına denk gelmese), orada biraz oturup yazayım çizeyim, ortamı dinleyip izleyeyim isterdim. Ama sıkışık zamanda görmek istediğimiz birkaç yere daha uğrayıp eve dönme zamanı yaklaşıyordu. Onun yerine, Ankara'ya döndüğümüzün ertesi günü, Hadiseler Cereyan Ederken adlı öykü kitabımda da yer alan "Emanet" adlı öyküyü , armağan etti Deyrulzafaran bana.
Bugün dersim yok. Hafta sonu okumam gereken tüm sınav kağıtlarını dün okulda kalıp bitirdiğim için bugün özgürüm. Ve işte özgürlük böyle hayal kapıları açıyor insana. Şimdi o sessiz manastırdaki koca kemerlerin birinden geçip güneşli avluya çıkacak, başımı kaldırıp engin göğe bakacak ve kim bilir belki deftere birkaç satır bir şey karalayacağım. Belki de sadece oturup kuş cıvıltılarını dinleyeceğim. Evet evet, öyle yapacağım.
Yorumlar
Yorum Gönder