Domesti-Sosyal Hafta ve "AYI" 🍅☕️🐻

 


Geride bıraktığımız hafta hem değişikti benim için, hem de aslında çoğu bildik tanıdık şeylerle geçtiği için çok da değişik değildi. Aynılığı hayatın ve devam ettirilmesi gereken düzenin tüm olağanlığıyla sürdürülmesinden elbette: eşimin her sabah kalkıp işe, oğlumun da okula gitmesi, benim artık çok uzadığını düşündüğüm bu Ağustos ayında, gündüzleri evde bir başıma olduğum halde onca bulaşığın nasıl bu kadar istikrarlı bir şekilde çıkıp durduğunu sorguladığım günler. Neyse ki bulaşık en (aslında tek) sevdiğim ev işi. Tabakların, bardakların, çatalların, kaşıkların önce köpüklere bürünüp sonra pırıl pırıl, üstlerinden parlak su damlaları akarak bulaşıklıktaki yerlerini alması meditatif bir şey benim için. Çoğu zaman.

Bir gün ev temizliğiyle geçti. Aynı gün, geçen hafta buzluğa poşetle atma şeklinde gerçekleşen kışlık domates şenliklerine bu kez de domates-biber karışımı kavanozlamayla devam edince gün sonunda bitiktim. Oğlum, "Anne niye hepsini aynı gün yaptın ki, farklı günlere bölseydin ya?" dedi, ben de "O zaman her gün bir iş olur, rahat rahat yatmak için önce yorulmak lazım yıvrım," dedim. Nitekim ertesi gün yatıp dizi izledim bütün gün.

Peki neden değişikti aynı zamanda bu hafta? Çünkü çokça sosyalleştim. Hem yayınevinde iki kere gidip önceki yerden hiç alışık olmadığım, belli kişilere gidecek kitapların imzalanması gibi hoş işlerle uğraştım, hem farklı günlerde farklı yerlerden arkadaşlarımla güzel kahve muhabbetleri için buluştum. Benim standartlarımda boş geçen bir Ağustos ayı için epey değişik bence.

Disney'de The Bear izliyorum. Daha önce iki-üç kere başlayıp "Bunu sonra şeyedeyim, belli ki ağır şeyler var" dediğim bir diziydi. Ölümler, aile travmaları, içsel hesaplaşmalar ve günümüz popüler psikoloji terimiyle "dysfunctional family (işlevsel olmayan, kötü, bozuk aile)" meseleleri. Daha ilk bölümden bunları sezdirmiş olacak ki hem yönetmen hem senaristler, ikinci bölümün başında bırakmışım. 

Son birkaç haftadır Gordon Ramsay'in Kitchen Nightmares (Mutfak Kâbusları) videolarına takılır olmuştum. Mutfakta geçen dizileri, filmleri oldum olası sevmişimdir. Ev mutfağı değil tabii bahsettiğim, harala gürele içindeki restoran mutfakları. Peki benim gibi hırstan, kavga gürültüden, çarpışan egolardan, aşırı stresli şeylerden ve sürekli hızlı olma zorunluluğundan kaçan biri ne demeye sever bunları izlemeyi? Bilmiyoruz. Muhtemelen kan görmekten hoşlanmayan, şiddetin her türlüsüne karşı birinin (yine ben) polisiyenin en âlâlarını pür dikkat ve sıkılmadan, peş peşe izlemesiyle aynı sebepten. Olmak istemediğin ve olmamak için hayatın boyunca çabaladığın şey(ler)in her ama her insanın tabiatında olduğunu hatırlatan şeylere çekilmek.  İnsan zihni cidden acayip.

Neyse, Gordon Ramsay'lerden sonra aklıma bu diziye başlayıp devam etmediğim geldi, ama merak ediyordum bir süredir. Ve başladım. Malum elif için başlamak, illa ki dibine kadar ilerletip bitirmek demek çoğu şeyde (çoğu, çünkü ikinci yüksek lisans eğitimimi ikinci yılın sonunda arkama bile bakmadan terk etmiştim mesela, onca çabaya zamana emeğe rağmen. Neden? Çünkü hayatın belli bir yaştan sonra hoca kaprisi çekemeyecek kadar kısa olduğuna kanaat getirmiştim, hâlâ da aynı fikirdeyim).

Başladım izlemeye. Başlayıp o başlayış. Aile kavgaları, kendini çok fedakâr sanan bencil anneyle onun yanında dünyada kendine kazandığı yeri, emek emek kazandığı gücünü bir anda kaybediveren, sıkışıp kalmış çocuk meseleleri (çocuk derken dana kadar kadınlar adamlar elbette kastettiğim, temsili biz yani işte). Dostluk, birlik, ama çokça da bireysellik, egolar egolar egolar, geçmişten getirilen yaralar yaralar yaralar.

Ve bir bakmışım üçüncü sezonun sonundayım. Bugün onu da izler bitirir, bir süre bitti diye üzülüp tipleri özlerim falan. Kim bilir ne zaman ne tür bir yazıda çıkar oradan zihnime yansıyan izdüşümleri.


Dizi Chicago'da geçiyor bu arada ve hem müzikler hem de çekimler inanılmaz, muhteşem, nefis, çogzel. Sadece Chicago sokaklarının yer aldığı görüntülerden klip ("klip ne elif ya, yaşlı mısın," "Evet ne sandın alla alla?") yapsalar saatlerce sıkılmadan izlerim. Üç sezonun da müziklerinin olduğu listeyiyse Spotify'dan daha ilk sezonun başlarındayken indirmiştim bile.

Bu sabah Şuleciğim'in yazısını okudum. Ve kalkıp bu  yazıyı yazma ihtiyacı hissettim. Ama ondan daha çok, onunla sakin bir yerde oturup bizi yaralayan şeylerden, o derin yaralardan konuşma ihtiyacı hissettim. İstanbul'a bir uğramam şart oldu artık. İstanbul'un karmaşası orada yaşamadığım için bana iyi geliyor sanırım, içinde kaybolabilmek, seslerin sesimi bastırması, hızının benimkini geçmesi, onca kalabalığın içinde yürürken okyanusta bir su damlasından ibaret olduğum gerçeğini çok net şekilde hatırlamak vs.

Efenim izleyiniz The Bear'i. Bazı bölümler çok ama çok ağır akıyor, ama en azından Türk dizilerindeki on beş dakika melul melul bakışma sahneleri gibi bir ağırlık değil. Duygular ağır, yaşanmışlıklar çok ağır, gidememe hissi, ama aynı zamanda kalamama/duramama hissi ağır. Aile dinamikleri, en ağır.

O zaman iyi pazarlar yazacaktım tam, cumartesiymiş meğer bugün. Çok gerilerde kalmış gibi hissettiğim gün mefhumuma buradan selam eder, kendime bir kahve yapıp kalan son bir (bir buçuk aslında) bölümü izlemeye koyulurum  efenim. (Evet, sabahın bu saatinde, ne var, sanatın saati mi olur azizim. The Bear her şeyiyle bir sanat eseri. Nokta net.)

Bu da dizinin ilk sezonundan yedinci bölümün girişi. Müzik 0:35'te başlıyor. Bu muhteşem çekimlerle baş başa bırakayım sizi, hatta ben de bir kez daha izleyeyim. 



 Şunu da koyayım, çünkü neden olmasın.




Yorumlar

  1. Canım benim, gel lütfen. Miçosuz evim sana garip gelecek ama bir fasıl ona ağlar sonra diğer herşeyden konuşuruz. özledim çok.
    The Bear öncelikli listemde :)

    YanıtlaSil

Yorum Gönder