Dönüş 🌀
Hem burayı hem günlüğümü epey boşlamışım. Bugün ikisine de kısacık bile olsa yazarak ufaktan yazıya dönmeye niyet ettim. Fark etmeden o kadar yorulmuşum ki. Yılbaşından beri aynı anda devam eden bir sürü şey vardı ve hepsi de sürekli günlük yaşantımın içinde olduğundan, bedenimi/zihnimi ne kadar yorduklarını anlamam için bahar sonu-yaz başı hepsinin birbiri ardına bitişini beklemem gerekiyormuş meğer. Tabii az sonra minik minik bahsedeceğim bu işlerle eş zamanlı olarak ruhumu yoran şeyler de vardı, canımı sıkan, dengemi alt üst eden, kendimi hayat yolunda artık "deneyimli" sanarken "yok artık bu kadar da olmaz ya" dedirten ruhyorucular. Sizde de vardır eminim, çünkü ruhlarımız yorularak özgürleşiyor bu hayatta, artık ona inanır oldum ben. Her yoğun ruh yorgunluğunun ardından gelen o mecburi, sessiz, kendi içine dönüp orada ihtiyacın olduğu kadar kaldığın ruh dinlenmeleri sayesinde. Artık size ne ifade ettiyse bu saçma cümlem.
Bu yorucu süreci kısacık özetleyecek olursam, ilk romanım Uyuşma Ekim 2022'de çıkmıştı biliyorsunuz. Sevildi de çokça, en azından bana olumsuz bir geribildirim ulaşmadı diyelim, ama varsa o da kabulümüz elbette her daim. Sonrasında ikinci romanın yazımı başladı ve çok keyifle devam etti. Ama ikinci romanın yazımı bitmeden, 2023 ilkbaharında çok sevdiğim başka bir yayınevine ilk öykü dosyamı yolladım ve aynı yılın sonbaharında kabul alınca çok mutlu oldum. Bir aksilik çıkmazsa bu ay baskıya giriyor o kitap. :) Sürecin (başvuru-kabul-okuma-basım vs) ne kadar uzun sürdüğünü merak edenlere de bir örnek teşkil eder belki bu. Dosyanız kabul aldığında bile yani.
Ne kadar ömrümüz olduğunu bilmeden geldiğimiz hayat denen şu tuhaf yolu daha da sınırlı hale getirmek için insanoğlu olarak uydurduğumuz zaman kavramının bir sonucu olan "yeni yıla giriş" sürecinden hemen önce, yani Aralık 2023 sonunda, ikinci romanımı bitirip Uyuşma'nın çıktığı yayınevine değil, öykü kitabımın çıkacağı yere yolladım. Bu yaz sonuna kadar olumlu-olumsuz bir yanıt alırım sanırım, umarım, bakalım, dinimiz amin. :). Olumlu olmasını çok isterim tabii ki, çünkü hem güvendiğim ve sevdiğim bir yer, hem de olumsuz yanıt gelmesi yeniden yayınevi arayışına girmek demek, o da çok üşendiğim bir şey, ne yalan söyleyeyim.
Tabii tüm bunlar olurken evin ve okulun işlerinin yanı sıra, ruhumu yoranlar derneğinin azimli üyelerinin paçalarımdan tutup çekiştirmesi de aynı hızla, hatta arada artarak devam ediyordu. Hepimizde dönem dönem olduğu gibi. Ve ben çok yorulduğumu fark etsem de, duramıyordum. Durmamam gerekiyordu.
Peki şimdi? Yoğun bir çevirinin omuzlarıma bindirdiği yük kalkmış ve metin benden çıkıp sevgili editörümün güvenilir ellerine konmuşken, öykü kitabının son okumaları n'lerce okumadan sonra nihayet gerçekten son bulmuş halde basılmayı ve roman da kabul/ret aşamasında yayınevinde sırasını beklerken, ben ne yapıyorum?
Oturuyorum. Kedimle, kendimle, oğluşumla, eşimle, sayıları artık bir elin parmaklarına yakın bile olmayan tek tük dostumla. Sakin sakin oturup boş durmanın tadını çıkarıyorum.
Dinliyorum. En çok da başkalarının sesleri içinde boğulmuş kendi sesimi dinliyorum, onun içinde de boğulmamaya gayret ederek. Sesim kendi haline bırakıldığında neye benziyordu, ben başkalarının talepleri, beklentileri, sitemleri, bitmek bilmeyen istekleri, dinlenme/anlaşılma/öncelik ilan edilme arzuları olmadan kimdim, neydim, onu hatırlıyorum. Yavaş yavaş, acelesiz. Yaralara ve kabuklara çok ilişmemeye gayret ederek.
İzliyorum. Çokça polisiye, gizem, ama aynı zamanda sakin sakin Miyazakiler, beynimi çok yormama gerek olmayan güzel manzaralı, bol New York'lu hafif komediler. Hatta sadece müziklerin eşlik ettiği, şehrin kendi akışında doğal olarak var olanlar hariç hiçbir kurgusu, oyuncusu, hikâyesi olmayan videolar. Bol bol Youtube podcast'i. Bahçemizdeki kedilerin hoplayıp zıplayışları, kimin ne ara bıraktığını hâlâ bilmediğimiz, ama artık yıllardır bahçeyi evi yapmış devasa kaplumbağanın acelesiz, sakin hareketleri. Belki en çok da kendimi izliyorum, bedenimin verdiği uyarıları, zihnimde çakan her sinyalle bedenimde olup biteni, nasıl değiştiğimi, değişimin nasıl da kaçınılmaz olduğunu.
Ve bu sabah içimde tekrar yazma isteğiyle uyandım. Ama artık çok iyi biliyorum ki istemek başarmanın yarısı falan değil. Bu lafı her kim demişse ya istediği her şeyi baba parasıyla veya sağlam akrabalık bağlarıyla doğuştan kazandığı "haklar" sayesinde kolaycacık elde etmiş biriymiş herhalde, ya da söylediği şey bize bir şekilde yanlış aktarılmış. Başarmanın ilk adımı istemek, arzu etmek falan değil, "harekete geçmek". Ulaşmak istediğiniz bir hedef olsun olmasın, harekete geçmediğiniz, bir şeyi gerçekten "yapmadığınız" sürece istediğiniz kadar isteyin. Hiçbir yere varamazsınız. Nokta net.
İyi yazmayı istemek, mutlu olmayı istemek, herhangi bir alanda başarı kazanmayı istemek, daha çok para kazanmayı istemek, ilişkilerinizin iyi gitmesini istemek, kilo vermeyi/almayı istemek, sağlıklı beslenmeyi istemek, iyi bir insan olmayı istemek, istemek babam istemek. Hep bir şeyler istemek, ama bunlara giden yolda hiçbir şey yapmamak ve öylece koltukta yattığınız yerden burun kıvırarak, yer yer haset ederek, hatta erişemediğiniz ciğerlere murdar diyerek istemek. Çok çaba-zaman-enerji vererek erişeni de son derece önemsiz, herkesin yapabileceği basit bir iş yapmış gibi hor görmek, takdir etmek bir yana dursun, yerine göre (maalesef inanılmaz ama) aşağılamak, yok saymak. Negzel iş.
Hiçbir anlamı yok. Tüm korkularınıza, çekincenize, belki pek de umudunuz veya şevkiniz olmamasına rağmen, daha ilk adımda çuvallama ihtimalini de göze alıp eyleme geçmediğiniz sürece, istediğiniz her ne varsa hepsiyle ilgili size azimle olumsuz sesler, sözler yollayan karanlık yönünüze bakmadığınız ve kendinizi herhangi konularda "olmuş" saydığınız sürece, istemek başarmanın değil yarısı, tırnağının ucu bile olamaz. Sonra da seksen yaşınıza geldiğinizde, çok istedim ama yapamadım dersiniz. Yapmadım değil. Tek bir adım bile atmadım değil. Denemedim ama çok isterdim demek bir şey, denedim ama olmadı demek başka bir şey.
Dünya yuvarlak malum. Hayat da lineer bir oluşum değil, hepimiz gayet iyi biliyoruz bence bunu. Yani döne dolaşa aynı yere gitmemiz her daim mümkün olduğu gibi, yeni şeyler keşfetmek de hep olası. Dümdüz bir hat üzerinde ilerlese hayat/dünya, eski yerimize gelmek için geri geri gitmemiz, aynı yollardan geçmemiz gerekirdi, ama düz değil işte. Ve bizim ileri gidip, yeni adımlar atıp, yapmak istediklerimiz bir sebepten gerçekleşmese bile en azından yeni yollar görüp yeni deneyimler edindikten sonra eskiye dönme şansımız var.
Ömrümüz sonsuz değil, evet. Hepimiz doğduğumuz an itibariyle her gün öleceğimiz güne doğru koşuyoruz, bunu çokça unutarak maalesef. Ama sınırları bizim tarafımızdan çizilmeyen bu ömrü mutluluğumuzu dış etkenlere bağlayarak, başkalarından sürekli bir şeyler bekleyerek, beklentilerimiz karşılık bulmayınca da hayatı kendimize ve o kişilere zehir ve zindan ederek "harcamaktansa", önümüze çıkan her güzel şeye şükredip "peki ben nasıl bir güzellik, iyilik katabilirim bu hayata, ömre" desek, fena mı olur?
Evet yeterince beyin yaktıysak üçüncü romanın taslak çalışmalarına başlamak üzere yeni bir ekran açalım şimdi elifcim. Çogzel ahkam kestin, ama dediğin şeyi yap şimdi anacım. İstemek güzel, hayal etmek daha da güzel, ama o ilk adım atılmadığı sürece ne Moby Dick olurmuş bu dünyada, ne Peter Pan.
Bak önünde nefis bir model de var. Miyu Hanım! Yemek yemek istiyorsa yemek yer, uyumak istiyorsa evin içinde bulamazsın bile, bir köşeye çekilip uyur, oyun oynamak istiyorsa sana muhtaç hissetmez kendini, yerde bulduğu bir kalem kapağı yeter de artar. Ne şikayet eder, ne beklentiye girer. Ona iyi gelecek olan neyse, onu "yapar". Evet bazen o oynamak istediğinde sen meşgulsen önce ısrar edebilse de sonrasında sınırlı ömründen alacağı keyfi asla sana bağımlı kılmaz. Her kedi bir Yoda'dır diyebiliriz bence.
O zaman kapanışı da Miyu'yla yapalım. Biri bizi/sizi gözetliyor a dostlar. Tikat edin. Malum, hayat kısa.
Hoş gelmişsin Elifciğim. <3
YanıtlaSilHoş bulmuşeeeeem
Silyaz rehavetine kapıldı herhalde diye düşünmüştüm yazmaya ara verince, neyse hatırladın bizi de :P
YanıtlaSilYa sizi unutmak mümkün mü Şule Hanımcığım, hele ki beni benden alan irmik helvası yazınızdan sonra. :))))
Sil