Uykuyu Beklerken



 


Bazen uyku tutmaz. 

Halbuki gün güzel geçmiştir: verimli, keyifli, dolu dolu, yorularak da olsa yorulduğuna değerek.

Sabahın erken saatlerinde, uzundur üzerinde çalıştığın şeyin sonuna yaklaşırken, baştan bir okuyayım şunu demiş ve kitabın sona senden önce vardığını, hatta onu artık senden çıkmış bir şey değil de, sevdiğin bir yazarı okur gibi okuduğunu fark edip şaşırmışsındır. İlk sözcüğü koyduğun andan şu ana kadar geçen sürede yaşadıkların, kazandıkların, kaybettiklerin, kendi tercihinle bıraktıkların ve senin çok dışında gelişen şeyler gelmiştir bir bir aklına.

Güzel müzikler dinlemiş, kampüste yürürken kulağında çalan ritmin hızına çabasızca ayak uydurmuş, ama kaşarlı-domatesli tostunla demli çayına etraftaki öğrenci sesleri eşlik etsin diye kulaklığını bir ara çıkarmışsındır. 

Dersin bugünün konusu itibariyle çok yorucu olmasına rağmen güzel geçmiş, öğrenciler pür dikkat seni dinleyip güzel sorular sormuş, esprilerine espri, ciddiyetine ciddiyetle karşılık vermiştir.

Ekim ortasında sıcacık güneşi, kimi sararmaya yüz tutmuş olsa da pek çoğu hâlâ yemyeşil olan ağaçları ve buz mavisi gökyüzünde kesilmiş buz parçaları gibi bembeyaz uzayıp giden bulutları tüm benliğinle algılayabildiğin kadar "apaçık" bir gün geçirmişsindir.

Eve vardığında hiç oturmadan sevdiklerine yemek hazırlayacak gücü bulabilmek mutlu etmiştir. Tam da o yemekleri yaparken uzaklardan bir dostun neşeli sesi düşmüştür mesajlarının arasına ve gülümsemiş, biraz da canını sıkan bir şeyler hakkında içini dökmüşsündür. Kış sebzelerini çok özlediğin için, sezonun ilk karnabaharı çok mutlu etmiştir damağını. Evin sıcak, ailen iyi, kedin komik, sen bedenen ve biraz da zihnen yorgun, ama yine de keyiflisindir.

Bir dizide genç bir çocuğun hüznünü, o çocuğun annesinin endişesini ve kalp ağrısını, babasının yalnızlığını ve köpeğinin neşesini aynı anda kendi kalbinde duyabilip hepsiyle empati yapabilecek kadar açıksındır; öyle günlerdendir bu.

Tam 'erken uyuyayım bugün, çok yorulmuşum' dediğin an, çok sevdiğin bir arkadaşının sevdiğin bir yazarın söyleşisini paylaştığını görmüş ve tıklayıvermişsindir bağlantıya. Gözlerin dola dola izlemişsindir, başını sık sık 'evet ya, tam da öyle' der gibi sallayıp, sanki karşındaki  sadece seninle konuşuyormuşçasına. Seni hiç tanımayan birinin seni nasıl da iyi anlayabileceğini, bazı insanlarda bunun Tanrı vergisi, ama biraz da hayatları boyunca kendi yaralarından biriktirdiği kabuklardan uçaklar, gemiler, trenler yapmış olmakla ilgili olduğunu hatırlamışsındır.

Sabah, gün, akşam ve gece güzel geçmiştir. Ama uyku tutmaz işte bazen. Biraz bilirsin nedenini, ama çokça kapalıdır nedenler sana. Hisler vardır, kalbinde dolaşıp ağırlıklarıyla oradan oraya geçenler, ama tam olarak anlayamaz, nen var diye sorana açıklayamazsın. 

Uyku tutmaz bazen ve başlarsın yazmaya. Nasreddin Hoca misali, ya tutarsa diyerek içinden. Ama görüntüler vardır aklında, savaşlara ve çocuklara ve dumanlı semalarla gri yıkıntılara ve kimi çığlık çığlık, kimi sonsuz bir sessizliğe gömülmüş insanlara dair. Yazdıkça gelir yerleşirler aklına, kalbine. Hep oradadırlar da aslında, hayat devam ederken unutmayı, unutabilmeyi, görmezden gelmeyi, daha az etkilenmeyi öğretmiştir zamanla.

Ama işte uyku tutmayınca anlarsın ki ne unuttuğun vardır ne bir şey. Olan olduğu yerde durup bekler sabırla, kalabalık bir odada ilgisiz ailesi tarafından bir köşede unutulmuş çocuk gibi, ilgini bekler. Vazgeçtiği, senden umudunu kestiği anlarda bile aslında bekler. Ve o umarsız ailenin bir bakışına bakar her şey. Tek bir bakışı üzerinde gördüğünde çocuk, gülümser, el sallar, ben buradayım anne bak, der. 

İşte o yüzü kanlı çocuklar, o başını elleri arasına almış adamlar-kadınlar da hep durur zihnimizin bir yerinde de biz görmezden geliriz, kalbimiz ağrır yoksa, uykumuz kaçar, keyfimiz de. Bir fotoğraf görmemize bakar her şey, tek bir satır okuyup tek bir çığlık duymamıza.

Uyku tutmaz işte bazen. Biraz bilirsin nedenini, biraz bilmezsin. Bildiğini unutmuş gibi yapıp, suçu bilmediğine atar, döner durursun.


Not: Yazının başındaki görsel, David Lehman'ın The Wall Street Journal'daki 10 Şubat 1923 tarihli  "John Keats Stares Into the Abyss, Boldly" adlı yazısından alınmıştır. 


Yorumlar

  1. Ah canım Elif, seni istemeden uykusuz bırakmışım :-( ama gerçekten çok iyiydi MM değil mi? “ En önemli başarı ölçütü: Türkiye gibi bir ülkede akıl ve ruh sağlığını koruyabilmek” dedi ya bir de, Türkiyeyi dünya diye de değiştirebiliriz aslında bence. Bunca kötülüğün, savaşın, vicdansızlığın arasında akıl ve ruh sağlığımızı korumaya çalışıyoruz hep birlikte. Kolay iş değil…

    YanıtlaSil
  2. Yok yok, zaten uykum yoktu, en azından güzel değerlendirmiş oldum :) Ben bir şeyi değiştirebileceğimize inancımı çok önce yitirdim galiba. Karamsarlık mı dersin, aşırı gerçekçilik mi... insanın kendisi dışında hiçbir şeyi değiştiremeyeceğini, onun da anca kafasına dank edince ve çok isteyip üstüne de emek verince olabileceğini düşünüyorum sanırım. Değil savaşlar ve diğer ağza alınmayacak kötülükler, kişisel boyutta bile egosu öyle yüksek perdedeki çoğu insanın, iktidar hırsı politikanın dışında da hayatlarımıza öyle sinmiş haldeki. Herkes ben nasıl da en iyiyim en çok bilirim en başarılıyım bak neler neler yaptımı göstermenin derdinde. Peh, bir sor bin ah işit işte eliften :) Öperim seni güzel arkadaşım.

    YanıtlaSil

Yorum Gönder