Unutmanın Yalnızlığı, Hatırlamanın Büyüsü




Bu sabah ev ahalisi uyanmadan kalktım, çoğu zaman olduğu gibi. Yılların alışkanlığı, seviyorum erken kalkmayı, sabahın sessizliğini. Gecenin sessizliğine benzemiyor, çünkü bünye "yeni" bir şeye hazırlandığının farkında, gün yeni ağarıyor ve geride bıraktığımız değil, önümüzde açılan bir zaman dilimi.

Akşamdan kalan bulaşıkları yıkayıp oğlumun kahvaltısını hazırladıktan ve eşimle kendime koyu birer sabah kahvesi yaptıktan sonra salona geçtim. Otomatikleşmiş hareketlerle salon kanepesindeki battaniyeyi katlayıp minderleri düzeltirken bunu ilk yapmaya başlamamın pandemi sırasında olduğunu hatırladım. Bahsettiğim kanepe masamın arkasında ve battaniyeyi katlamam bilgisayar başına geçip zoom'dan dersimi açtığımda öğrenciler dağınıklığı görmesin diye.

Sonra, o basit "katlama" hareketiyle hafızam bir anda hızlandırılmış gibi döne döne çalışmaya başlayıverdi. Artık düşünmediğim için unuttuğumu sandığım, ama aslında tüm ayrıntılarıyla orada duran bir sürü şey sırayla ve çok hızlı geçiverdi aklımdan. Önce pandeminin başına gittim, okula iki hafta gitmeyeceğiz sanıp her şeyi bırakıp evlere kapanmamız ve bir daha çıkamayışımız, eşimin yaptığı iş gereği her ama her gün işe gitmesi, benim ve oğlumun ise evden derslere girmeye başlamamız, normalde hiç yapamadığımız birlikte kahvaltıların sakinliği, koşturmacasız keyfi, diğer yandan akşam gelen alışveriş torbalarını dezenfekte etme zorunluluğunun getirdiği gerilim, peş peşe gelen zoom atölyeleri, çoktan kopmam gereken bir sürü insanla bu vesileyle otomatikman başlayan kopuşlar, sonra hiç öngörmediğim daha büyük kopuşlar, artık pandemiyle alakası olmayan, belli ki bir süredir pusuda bekleyen, kopmaya hazır ama benim hiç haberim olmayan, hazır da hissetmediğim, hayatta olmaz dediğim cinsten. 

Sonra, hızla daha da gerilere gidiverdi hafızam, internetin ve cep telefonlarının olmadığı dönemlere. Ta çocukluğuma. Hiç bana sormadan. Annemin iş yerine gittiğim yazları hatırladım, her öğle tatilinde bir kitap aldırdığım bitmek bilmeyen Ankara yazlarını. Annemin -artık pek görüşmediği- iş arkadaşlarını, özellikle bir tanesini, öğle yemeklerinde bira içip patates kızartması yiyen, hiçbir şeyi takmaz hallerini hayran hayran izlediğim çokça konuşup bol kahkaha atan bir kadını. 

Ve şunu düşünürken buldum kendimi. Zihnimiz günlük olarak çok fazla gereksiz şeyle dolduğunda eskiler yenilere yer açmak için dökülüp gitmiyor, her şey birbirinin üstüne yığılıyor ve eski altta ezilip kalıyor. Ve sosyal medya/internet/hızlı bilgi-haber akışı bu "yığma" olayını öyle yoğun bir şekilde yapıyor ki zihin aşureye dönüyor. Tek fark, aşure tatlı, aşure güzel, ve yediniz mi bitiyor. Zihin aşuresiyse ne tatlı, ne güzel ne de sonu geliyor. Bir masal vardı çocukken okuduğum, kazandaki yemek hiç bitmiyor, sürekli yenileniyordu. Masalda iyi bir şeydi bu, zihin aşuresinin sürekliliği ise iyi değil, hem de hiç.

Fark ettim ki çok fazla şeye ve çok fazla şeyin de değişip dönüşmesine tanıklık etmiş bir kuşaktanım. Çocukluğum televizyonsuz başladı, siyah-beyaz ve "kumandasız" televizyonla devam etti (kumanda bendim, kızım kalk şuna bas, şimdi de buna bas, peki babacım), sonra renklendi televizyon, ama sadece devlet kanalı, sonra yeni/özel kanallar, futbol takımlarının forma renklerini görebildiğimiz maç yayınları, sonra eve ilk bilgisayarın gelişi, kocaman kasalı, salon masasının ortasında duran, herkesin ortak kullandığı, ve sonra internet! Yahoo chat ve icq. Birine bir şey yazıyorsun, taaaa Amerika'da hiç tanımadığın bir kıza mesela, ve hop, anında cevap beliriyor ekranda. Dehşet. O güne kadar mektup arkadaşlarım olmuş Japonya'dan, Amerika'dan, Danimarka ve İngiltere'den, ama bu hız, inanılmaz. Haftalar, bazen aylarca mektuba cevap gelmesini beklemekle alakası yok.


İnternet henüz kırk saatte diluliludiludiliucızzzzz diye acayip seslerle, telefon üzerinden bağlanıyor ve interneti kullanırken telefonla konuşamıyorsunuz. Telefonlar da henüz tırrrrt tırrrt çevrilip bırakılan eski tip. O kadar ki gece gizli gizli bir arkadaşınızı aramak isterseniz ve numarada 0 ve 9 varsa bittiniz, o çember başa dönene kadar çıkan sesle kurdeşen dökersiniz evdekiler - özellikle de baba - uyanacak diye.

Sonra tuşlu - ama hâlâ kablolu, fişe takılan - telefonlar, ilk maaşımla odama telefon bağlatmam ve ilk cep telefonumu - kalastan hallice- almam, internet falan yok henüz telefonlarda. Ne WhatsApp, ne sosyal medya. Her şey hâlâ temiz, telefon hâlâ sadece ilk çıkış amacına hizmet halinde, şu anki gibi yormuyor. Artık diz üstü bilgisayarlar var ve kabloyla onları da internete bağlayabiliyoruz. Blog dönemi başlıyor. Hayatımda edindiğim, uzaktan ve seyrek görüşerek de olsa en gerçek ve sağlam dostlukları blogumda ve Japon mektup arkadaşımla kurduğumu fark etmem için yıllar geçmesi, yılların dostluklarının sudan bahanelerle bitirilip verilen onca emeğin çöpe atılıvermesi, çokça kan ter gözyaşı gerekecek.

Ve sonrası yokuş aşağı büyüyerek inen koca bir çığ: akıllı telefonlar, facebook, twitter, instagram, WhatsApp, FaceTime, her an her şeye erişim, mesajınızın gittiğini gösteren iki mavi tikle gelen "gördün neden cevap yazmıyorsun" tripleri (ben de dahilim bu furyaya, ulen aylarca mektup bekliyordun, n'oldu beş dakika cevap alamadın diye?), o şu bu, neler neler.

Bu saydıklarımın hepsini ve daha fazlasını görmüş olmak biraz yaşlı hissettiriyor olsa da, hepi topu kırk altı yıllık hayatıma hepsinin sığabilmiş olması çok acayip geliyor bana. Körfez Savaşı sırasında ilk kez olay yerinden canlı görüntülerle bir savaşa, yine ilk kez bir simültane tercüme eşliğinde tanıklık edişin, bombaların füzelerin binaların üzerine düşüş anlarını görmenin getirdiği çocukluğumun dumur hali hâlâ aklımda. Ve Michiko'nun bana ta Japonya'dan "savaşta bulamazsan diye fazladan mektup kağıdı koydum zarfa" dediği, annemi ağlatan mektubu. 



Geçmiş güzeldi. Eski bayramları özleyen teyzeler gibi olmak istemem ama sanırım artık teyze kıvamına geldim, yapacak bir şey yok. İnternet harika şeyler getirdi hayatımıza, evet, ama şu akıllı telefonlar ve sosyal medya işin suyunu (hatta b.unu) çıkardı sanki. Ve ben fabrika ayarlarıma - koşulların izin verdiği oranda - dönme çabası içinde buluverdim kendimi. 

İstanbul'da bir arkadaşım var mesela, daha çok whatsapp'tan konuşuyoruz ama arada birbirimize mektup yazıyoruz. İnanmazsınız, bayağı böyle zarflı kağıtlı. Michiko'yla mektuplarımız önce e-postaya, sonra viber'a, sonra WhatsApp mesajlarına döndü ama hiç kopmadık. Ortaokuldan beri tanıyıp hâlâ iletişimde olduğum tek insan Türkiye'de değil, Japonya'da, çok acayip değil mi?. Çocuklarımızın büyüyüşüne uzaktan tanıklık ettik, şimdi whatsappta onların okul fotoğrafları, gezi anıları, Türkiye ve Japonya'dan sabah manzaraları... Hatta pandemide bir video çekerek menemen yapmayı bile tarif ettim bir keresinde, yapmış o da, çok sevmişler ailecek.😊 Hoş şeyler bunlar. (Bak şimdi canım menemen çekti. Üşenmeyip çay da demleyeyim. Okul açılıp koşturmaca başlamadan uzun keyifler.)

İletişim hayattaki en ama en zor şey bence. Her alanda, yakın uzak herkesle. İyi iletişimin ilk koşulu da ne internet, ne WhatsApp, ne başka bir teknoloji. Önce "istek ve çaba", sonra empati, hoşgörü, içtenlik ve iyi niyet. Bunlar varsa ne whatsapp'a gerek var, ne instagram'da iletişimde olduğumuzu sandığımız, maalesef pek çoğu zorlama ve "beğenme" üzerine kurulu arkadaşlıkların suni sıcaklığına. Her şey özde saklı. Az ve öz olanda. Ve geçmişte, gerçekten iletişim kurmak istediğimiz herkesle ne koşullarda - ya da koşulsuzlukta - nasıl da güzel görüşebilmişiz. Şimdilerde unutmuşuz o halimizi ve sanal hayatlarımız kalabalıklaşırken, biz yalnızlaşmışız. 

Ve artık hatırlıyoruz bence. Yavaş yavaş, rahata fazlaca alışmış olmanın getirdiği hemen bırakamama haliyle boğuşarak, ama yapay değil gerçek olanları hatırladıkça çokça, biraz da hüzünle gülümseyerek.

🐘💙 

Not: O değil de, kendi fotoğrafımı koyup illa yazma sürecimle ilgili bir şeyler paylaşma zorunluluğu hissederek değil de, içimden geldiği gibi, algoritmada yer almaya çalışmadan, kim beğenmiş kim okumuş kim ne düşünmüş umursamadan, gönlümce uzuuuuun uzun yazmayı ne çok özlemişim. İyi ki varsın blogum canım bi denem, eski dostum. 😌 

Yorumlar

  1. ay ne güzel yazmışsın uzun uzun, ben de okudum güzel güzel. gerilere gittim. japon mektup arkadaşına ve inceliğine bayıldım. hâlâ kopmamış olmanıza çok imrendim, ne şahane bir şey...pek severim mektup yazmayı/almayı...ben de gittim gerilere amerikadaki mektup arkadaşlarıma, izmire nakil gidip kal'dakilere yazdığım mektuplara, sonra istanbula gelip ankaraya giden lise arkadaşlarımla mektuplaşmaya, sonra blog zamanına (ki hayatta yaptığım en iyi şeylerden biridir)...yaz sen, daha sık yaz. çok özlemişim, iyi geliyor :)

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Canımmmm Şule :) Daha demin yine yazıştık Michiko'yla :D Kızların dizi dizi test kitaplarından dert yanmış, he dedim burada da aynı bacım. :D Sen de bana hep çok iyi geliyorsun bu arada. Kalp kalp.:)

      Sil
  2. Hihi evet evet evet! Bak işte sosyal medyayı bırakmanın belirtileri bir bir çıkıyor, ne kadar güzel yazmışsınız ve ne güzel o zamanlara döndük hepbirlikte. Özellikle bir detay var ki unutmuşum, okuyunca yüksek sesle güldüm: telefonun tuşlarını sessizce çevirmeye çabalama ritüeli :))) İlahi... Konuştuğumuz da bir şey olsa, şimdiki gençlere bakınca masum masum kalıyoruz..

    YanıtlaSil

Yorum Gönder