Christina Yang, Tuzu Kuru, Banshees, Müzik ve Ben


 



Günaydın sevgili blog dostları,

Dünden beri aklımda bir yazı var. Bilmiyorum kafamda canlandığı gibi düşecek mi buraya, yoksa bitirdiğimde "Meh, hiç de bu değildi istediğim," mi diyeceğim. Göreceğiz.

Yazı için ilham olan bir kitap, bir film, bir televizyon dizisi, çeşitli müzikler ve bir de deneyim var. Bir önceki yazımda demiştim ya, deneyim aktarımı bence önemli. Burada elbette durduk oturduk yere ve çok önemliymiş gibi kendi yaşadığım şeyleri anlatacak değilim, ama hayatta bir şeyler beni köşeye sıkıştırdığında çokça kitaplara, filmlere ve birinci ağızdan aktarılmış yazılı/sözlü deneyimlere başvurarak işin içinden çıkmaya çalışan biriyim. İlginç bir tezat getiriyor bu beraberinde. Dışarıdan bakana burnunun dikine giden, inatçı, hep kendi bildiğini okuyan biri gibi görünüyorum genelde, insanların bana verdiği tepkilerden anladığım bu yani çocukluğumdan beri. Halbuki kendime içeriden bakabilen tek insan olarak şunu söyleyebilirim ki, başım her sıkıştığında o konuda başkalarının yaşadıklarını dinlemeye/okumaya/izlemeye koşar ruhum. Bana hiç sormadan. Yani "herkesin" fikrini almıyorum ya da çoğununkine burun kıvırıyorum diye tamamen kafama göre takılıyorum değil. Olaylar ve durumlar karşısında kendi sezgilerimi gerçekten önemserim, çünkü genelde yanıltmazlar beni, ama dediğim gibi, bana seslenen dış deneyimlere de kapatmam kendimi. Böyle zamanlarda mutlaka birkaç kitap seslenir bana veya kütüphanemde bulduruverir kendini; bir film çıkar karşıma ya da alakasız görünen biriyle bir konuşma geçiverir aramda ve bir nevi "aydınlanırım", sessiz karanlığımın içinde kalmaya bir süre daha devam etsem de.

Bu kez bir araya gelen deneyim parçalarının bana ait olan kısmı çok uzun zamana yayılıyor aslında, ta ortaokul yıllarımdan beri peşimi bırakmayan, yıllar içinde kendimden şüphe etmeme sebep olacak kadar çok tekrarlanmış ve bir süre önce suratıma inen altın bir yumrukla taçlanarak bende çok net bir değişime yol açmış bir durum. Ne olduğu bende kalsın, siz okuyanlar için ipuçları ve eşlikçilerse, bahsini geçireceğim kitap, film, dizi ve müzik parçaları olsun. 

Yaklaşık 1.5-2 yıl önce yaşadığım süreçte, önce bir dizi buldu beni. Aslında yıllardır bilmem kaç sezon devam etmiş - hâlâ da devam eden - Grey's Anatomy'yi ben o sırada buldum diyelim. Daha ilk bölümden, onca muhteşem karakter içerisinden favorimi bulmuştum: Christina Yang. Bilmem kaçıncı sezonda pat diye gideceğini bilmeden bölümlerce güldürdü beni, ve ağlattı, çokça da düşündürdü. Yang'in sürekli "You're my person" dediği, çok fazla şeyi birlikte yaşayıp birlikte atlattığı Meredith Grey'le vedalaşma sahnesi nedense beklemediğim bir anda buldu beni. Halbuki önceki bölümlere dikkatli bakınca, bangır bangır geliyordu bu veda, sadece ben görmek istememişim sanırım. Ve iki arkadaşın son sahnesini izlediğimde, hüngür hüngür ağladım. Çünkü aynı dizideki bu vedayı beklemediğim gibi, aslında yıllardır bangır bangır geliyorum diyen ve bana böylesi bir "kapanışı" bile çok gören kesilip atılmayı da beklemiyordum. Aylar boyunca aşağıdaki klipte iki arkadaş dans ederken çalan parça vardı kulağımda, okulda, evde, dolmuşta, yürürken ya da öylece duvarlara bakarken... Pek çok başka müzik de geldi buldu beni elbette, kimi diziden, kimi kim bilir hangi ilahî mevkiden. Ve ben kendi kapanışımı kendim yaptım. Ya da öyle sandım. 



(Video 9 dakika ama bahsettiğim sahne 4:45'te bitip sonra nedense tekrar başlıyor. Yani ilk yarıyı izlemeniz yeterli.)

Dedim ya, bu sahneyle ve çalan parçayı yüz milyon kez dinleyerek sandım ki, kendi kendime de olsa bir kapanış yaptım. Yapamamışım. O kadar kolay değilmiş meğer otuz yıla yaklaşan bir şeyi karşı tarafın hiçbir çabası olmadan kendi kendine bitirip yaranı sarmaya çalışmak. Pat diye bir film düştü önüme. "The Banshees of Inisherin." İki çok eski dost, yedikleri içtikleri ayrı gitmeyen. Ve adamlardan birinin artık konuşmak/görüşmek istemediğini söylemesiyle diğer adamın yaşadığı dumur hali, çaresizliği ve sonsuz anlama çabası. Yaptığı/yapmadığı her şey için özür dileyebilecek kadar dostluğunu ve yaşanmışlığı ön planda tutup kendini ezmesi. Ve karşılık olarak aldığı tek cevabın, "Sadece senden hoşlanmıyorum artık," gibi bir şey olması. O kadar. Ve yine hazırlıksız yakalayan hüngür şakır ağlama seansı. Pádraic'in şaşkınlığını, çaresizliğini ve can acısını kalbimde bayağı fiziksel olarak hissettiğim o an.



Sonra onun da üstünden zaman geçti. Kafamın içinde çalan müzikler azaldı, diziyi ve filmi tekrar tekrar izlemeyi bıraktım, dedim tamam, geçti herhalde artık. Ve sonra, üç gün önce, yıllar önce alıp her zaman olduğu gibi kitaplığımda bir köşede unuttuğum bir kitap çıkıverdi karşıma. Hem de İngilizcesini almışım ve sadece 78 TL'ye. Şimdi almaya kalkışsam 780'e alabilir miyim meçhul. Haruki Murakami, Colorless Tsukuru Tazaki and His Years of Pilgrimage. 




Kitap, üniversiteye başlayacağı yıl küçüklüğünden beri hiç ayrılmadığı dört arkadaşının bir anda kapıları yüzüne kapatıp, hiçbir gerekçe vermeden artık görüşmek istemediklerini söylemeleriyle önce büyük çaplı bir dumur yaşayan, sonra da altı ay kadar intihar etmeyi düşünecek kadar karanlık kuyulara inen Tsukuru'nun, olaydan uzun yıllar sonra bu dışarıda bırakılışın sebeplerini aramaya başlamasıyla ilgili. Kitabın ve karakterlerin ismindeki sembolizmlere girmeyeceğim, zira sembollerin her okurda farklı açılımları olduğuna ve kişisel yorumların paylaşılmasının çok da anlamlı olmadığına inanlardanım. Ama şu kadarını söyleyebilirim ki, arkadaşlarının kendini bir anda - görünüşte ya da gerçekten - sebepsiz yere reddetmesiyle Tsukuru'nun girdiği bunalım ve pilgrimage sözcüğü (hac yolculuğu) çok manidar elbette.

Bendeki kitabın Harvill Secker baskısı 298 sayfa ve ben daha 109. sayfadayım. Yani Tsukuru'nun arkadaşlarının onu bir anda terk etme sebebini henüz o da bilmiyor, ben de. Siz biliyorsanız ve bu yazıya yorum bırakacak olursanız, lütfen yazmayın, kendim okuyarak öğrenmek istiyorum.

Bu da Murakami'nin kitabın hüznüne eşlik eden yaralı kalbe hançer parça seçimi, buyrunuz:




Bu bitince, bir kitap daha var aklımda. İlk olarak Hayatın ve Aşkın Yasaları adlı kitabıyla tanıdığım Connie Palmen'ın Arkadaşlık'ı. Ta 2009'da almışım kitabı, Palmen'ın bulabildiğim her şeyini alıp kütüphaneye attığım sırada, ama iki kez falan başlayıp bıraktığımı hatırlıyorum. Belli ki bu kitap da vaktini beklemiş, Tsukuru gibi. (Bu çocukcağıza da okurken içimden sürekli "tuzu kuru" demem? 😂)

İşte böyle. Meseleyi az çok anlamışsınızdır kendi deneyimlerinizden. Zor işler bunlar, en azından benim gibi hak ve adalet duygusu fazlaca gelişmiş kişiler için. Kimin hangi durum karşısında gerçekte ne hissettiğini, içinde ne fırtınalar koptuğunu yüzüne ya da espri üstüne espri patlatıp gülmesine bakarak anlamak mümkün değil. Herkes ne yaşıyorsa, dışarı yansıttığı ne olursa olsun, kendi içinde yaşıyor aslında ve "her insanın sarrafı"ymışız gibi çok da ahkâm kesmemek lazım. Hem o insanın içini bilemeyeceğiniz, hem de herhangi bir deneyimin bir gün gelip sizi de bulması söz konusu değilmiş gibi kör bir özgüven tehlikeli olduğu için.

Yazıyı bitirirken, bu süreçte yüzlerce kez bıkmadan dinlediğim parçalardan bana hem en ağır hem de nedendir bilinmez en iyi geleni de paylaşayım burada. Yaşadığınız haklı ya da haksız her kaybın kalbinizde mümkün olan en ağrısız acısız şekilde çözülebilmesi ve her ne kalbinizde hâlâ ağırlık yapıyorsa en kısa sürede hafiflemesi dileklerimle, esen kalınız. :)

It shouldn't need to be so fucking hard
This is life on earth
It's just life on earth
It doesn't need to be the end of you, or me
This is life on earth
It's just life on earth

♥ 


Yorumlar

  1. okudum, kaldım öylece. kendi kayıplarımı düşündüm.
    ilkini lise sonda yaşamıştım ve tüm yılıma damgasını vurmuştu bu nedensiz kopuş. sanırım ikincisi de oğlumun babasının gidişiydi. sadece sevgili değil, en yakın (olduğunu zannettiğim) dostumu da kaybetmiştim ve çok zor gelmişti bu. gidişini anlamlandırmaya çalışan ve çok zorlanan o zamanki şuleye hâlâ acırım inan...

    "you are my person" ve Christina yang - Meredith grey dostluğu şahanedir. ayrı düşmeleri hep canımı acıtır çünkü benim de böyle "you are my person" dediğim esram çooook uzaklarda . ama işte o farklı, mekansal bir kopuş sadece....

    The Banshees of Inisherin de ne müthiş bir filmdi. yeniden izledim paylaştığın sahneyi. murakamiyi de en kısa zamanda okuyacağım. ama Türkçesinden mümkünse :)

    yani canım elifim, yazdıklarını, hissettiklerini anlıyorum ve anladığım için de birbirimizin hayatındayız zaten bence :)

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Al işte senin yazdıklarına da ağladım iyi mi Şule'm? 💜 Yaş aldıkça iyice duygusal bişi olup çıktım ya, olacak iş değil 😂 Mekânsal kopuşla bir şekilde baş ediliyor da, ruh kopuşu fena, böyle canın yana yana, karşıdakinin hiiiiç umurunda olmadan. "Aaaa ben aslında hiç yoğmuşum" aydınlanması eşliğinde. Sanıyordum ki çocuklukta gençlikte ve sonrasında öyle çok kopuş yaşadım ki artık bişicik olmaz çünkü bağışıklık kazandım, ı-ıh, hâlâ öğreneceklerim varmış. İyi ve azimli bir öğrenciyim vesselam, eğitilmeye devam.😏

      Sil
  2. Epeydir Murakami okumuyordum, yeniden okumanın zamanıdır demek ki: :)

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Kendisi sadece yazarlık değil, asosyallik idollerimden 😋

      Sil

Yorum Gönder