Vazgeçmek
İnsanoğlu küçük yaşlardan itibaren bir şeylerden vazgeçmeyi öğreniyor. Mecburen. Anne-babanızın bir vakit gelip iyi anlaşacaklarına inanmaktan ergenlik itibariyle vazgeçiyorsunuz mesela. Sevmediğiniz derslerin bir sabah uyandığınızda kalkmış olacağını düşünmekten, istediğiniz zaman istediğiniz abur cuburu yiyebilme ya da çok sıkıldığınız akraba ziyaretlerinden kaçabilme ihtimalinden..
Yetişkinlikte artık önemsiz görünen bu tür vazgeçişlerle başlıyor hayatın ta kendisi. Kabulleniş yola devam edebilmek için şart olan hallerden biri ve biz bunu çocukluktan itibaren bir nevi içgüdüsel olarak öğrenip deneyimliyoruz. Ergenlikle ve ilk gençlik yıllarıyla birlikte isyanlar, karşı çıkmalar başlasa da, değiştiremeyeceğimiz şeyleri içten içe bilir hale geliyoruz. Ne yaparsak yapalım bazı insanlara kendimizi beğendiremeyeceğimizi, en anarşist takılanlarımızın bile eninde sonunda düzenin içinde yerini alacağını, karşımıza çıkanların bize çok yüksek ihtimalle bizim onlara davranmayı tercih ettiğimiz gibi davranmayacağını deneyimler aracılığıyla tekrar tekrar yaşayıp, kafamıza vurula vurula öğreniyor ve nihayetinde kabulleniyoruz. Ve her kabulleniş de bir vazgeçişi getiriyor yanında. Düzenin bir parçası olduğunu kabul ettiğinde mesela, düzeni değiştirebileceğine olan inancından vazgeçmiş oluyorsun.
Peki bunları neden yazıyorum? Kabullenmelere, vazgeçmelere her insan gibi az çok alışmış bünyemi zorlayan ne ki bunu yazıya döküp içimden atmam gerektiğini hissediyorum?
Çözemediğim, çözmek istediğime de emin olmadığım bir vazgeçiş şekli beynimi çok zorluyor son iki gündür. Bir insan, birilerinin çocuğu, anası, babası, kardeşi, sevgilisi, arkadaşı.. neyi kabullenir de hayatından vazgeçer? Kanlı canlı ve daha önünde yaşayacağı günler olan biri yaşamına kendi elleriyle son verdiğinde hep bir şeylere katlanamadığı, karşısına çıkan deneyimleri kabullenemediği için canına kıyar diye düşünüyoruz sanırım (ancak düşünebiliyoruz işte çünkü asla bilemeyeceğiz o kişinin akından neler geçti de bunu yapabildi), ama belki de kendinden vazgeçerken bir kabulleniş ve bırakma anı yaşıyor.
Nasıl bir çıkmazdır bu? Nasıl bir, her şeyden, herkesten ve en çok da kendinden vazgeçmeyi göze almaktır? Nasıl bir çaresizlik, çıkmaz sokak.. Hepimiz için tek mutlak gerçek olan ölümü kendi ellerinle kendine getirmek..
Tüm bunları bana düşündürten, iki günlüğüne Eskişehir'e gidip gelmemiz sonrası bir arkadaşımızın paylaşımı aracılığıyla gördüğüm bir ölüm haberi. Genç bir kadın, çok genç. Saçları upuzun, sapsarı. Gözleri açık bir renk, bakışları derin. Sanki kameraya değil de birine bakıyor gibi. Bir film için sessiz bir Elf prensesi aransa teklif götürülebilecek kadar Elfvari. Biz döndük, onun cansız bedenini götürdüler Eskişehir'e.
Daha birkaç gün öncesinde boğularak öldürülüp sonra da varilde yakılıp üstüne beton dökülmüş genç kadının görüntüsü gitmemiş gözümün önünden.. Peki bu gencecik kızcağıza ne oldu ki diyorum, çünkü adını bir yerlere yazınca arkadaşlarının, eşinin dostunun şaşkınlığını, daha yeni telefonda konuştuğunu falan görüyorsunuz. Hatta sosyal medyada paylaştığı "story" daha 24 saatini doldurup yayından kalkmamış bile. Bir hikaye yazmış o sırada Elf kızı, kötü sürprizli bir sonu olan ve çözümlemesini okura bırakan. Benim gibi onu tanımayan okurlar bile anlamaya çalışıyor, varın düşünün hikaye sahibinin yakınlarını..
İntihar kavramıyla kavramdan öte halde tanışmam üniversiteden mezun olduktan bir-iki yıl sonra gerçekleşmişti. Okuldaki en yakın arkadaşım telefonda bir arkadaşımızın kendini öldürdüğünü söylediğinde donup kalmış, sonra hıçkırıklara boğulmuş ve günlerce Linkin Park'ın In the End parçasından başka bir şey dinleyememiştim. Giden, üniversite hayatım boyunca her boş vakit bulduğumuzda bir masa başına kurulup o rengarenk, çok köşeli, şekerimsi zarları atarak hayal dünyalarında maceralara atılıp çeşitli rollere büründüğümüz oyunlardaki grup arkadaşlarımızdan biriydi. Sessiz ve kendi halinde sayılabilecek, ama güleç bir çocuktu. Popüler olmaya başladığı için müziğini sevse bile bazı gruplardan uzaklaşacak kadar hassastı müzik konusunda. Bir bu var onunla ilgili aklımda kalan, bir uzun boyunu sırtını kamburlaştırmak suretiyle biraz kısaltırken yüzüne düşen yağlı, uzun saçları, bir de bizim evin birkaç sokak aşağısında oturduğunu söylemiş olması.
Hiç sormadım nasıl olmuş, nasıl yapmış diye. Beni arayan arkadaşım da sormamıştı yanlış hatırlamıyorsam. Bilsek ne olacaktı ki? Bilmek istiyor muyduk gerçekten onu son nefesinden ayıran şeyin ne olduğunu ve ailesinin onu ne halde bulduğunu? İstemedik.
Şimdi bu genç kadının ölümüyle ilgili bir sürü şey dolanıyor ortalıkta. Ve ben iki gecedir biraz zor uykuya geçiyorum. Bir insanın kendini nasıl olup da bu kadar yalnız, bu kadar çaresiz, bu kadar çıkışsız hissedebileceğini ve bunun nasıl olup da dışarıdan bakan hiç kimse tarafından anlaşılamayacağını düşünüyorum. O arkadaşımız gitmeyi seçtiğinde de aynı şeyi kafamda döndürüp durmuştum. "Yeterince dikkatli baksak bir şey anlayabilir miydik? Bir şey yapabilir miydik? Onun iyi olmadığını göremedik mi?"
Bunlar hep cevapsız sorular. Ölümle ilgili her şey gibi aslında. Şu an tek yapabildiğim bu acıyı yaşayan anne-baba için dua etmek, böyle bir durumun tesellisi olamayacağından duamda tam olarak ne diyeceğimi bilmesem de.
Yattığın yerde rahat uyu hüzünlü çocuk. Bu dünyada her ne seni bu kadar üzdüyse, gittiğin yerde ondan eser olmasın.
Yattığın yerde rahat uyu hüzünlü çocuk. Bu dünyada her ne seni bu kadar üzdüyse, gittiğin yerde ondan eser olmasın.
The Crying Boy - Giovanni Bragolin
Yorumlar
Yorum Gönder