Yazmayı Hatırlamak

Thomas Pollock Anshutz Painting - Woman Writing At A Table by Thomas Pollock Anshutz
Woman Writing At A Table by Thomas Pollock Anshutz 


Celia Blue Johnson'ın Sıradışı Yazarlar adlı kitabını birkaç ay önce, uzata uzata, tadını çıkara çıkara okudum. Tekrar okusam muhtemelen aynı keyfi alırım. Johnson, pek çok ünlü yazarın günlük rutinlerini, tuhaf alışkanlıklarını ve yazma şekillerini hiç sıkmayan, yazarı o hallerde gözünüzün önüne getirebileceğiniz bir canlılıkla anlatıyor. Ya da ben epey görsel bir insan olduğum için hepsini resmedildikleri tabloda gördüm resmen, bilemiyorum.

Kitabı bitmesin diye bile isteye yayarak okuduğum süre boyunca kırk üç yıllık ömrümün otuz küsur yılına yayılan yazmayla ilgili boğuşmalarım, rutinlerim, rutin oturtamamalarım, vazgeçişlerim, koşa koşa geri dönüşlerim, denemelerim, yarım bıraktıklarım, kafamda evirip çevirip hiç başlamadıklarım, ve bazen tamamladıklarım gözümün önüne geldi. Oldum olası severim biyografi okumayı/izlemeyi ve bu kitapla bir kez daha hatırladım nedenini. Birileri gibi olma arzusu değil beni bu yaşam öykülerine çeken. Kendimden bir şeyler bulmam ve çözemediklerimi belki onların deneyimlerine bakarak çözme ihtimali. Tabii bir de biyografinin kendine has keyfi. 


Hiçbir zaman sağlam bir yazma rutinim olmadı, maalesef. En düzenli yazdığım dönem - şu an hariç - ergenliğime denk geliyor olabilir. O zamanlar neredeyse her gün yazardım. Günlük tutar, hikayeler, şiirler karalar, bunları ufak kara kalem çizimlerle beslerdim. Yazardım yazmasına da, bir yandan da ödüm kopardı birileri okuyacak diye. Ailem, arkadaşlarım, hiç kimse o dönem benden çıkan hiçbir şeyi okumadı. Yazdıklarımın büyük kısmı onlarla yaşadığım sorunlara ilişkin iç döküşler olduğu için okumalarını istemiyordum. Gerçi okusalar o sayfalarda kendilerini teşhis etmeleri mümkün bile olmazdı muhtemelen, çünkü metaforlarla, sembollerle karman çorman hale getirir ve belki de deneyimleri birinci elden yaşayan kişi olarak sadece benim anlayabileceğim kurgular yapardım. Günlüklerde değil. Onlar apaçıktı. Ama hemen hepsini yırtıp attım. 

Photo: Stack of Opened Diaries
Stack of Opened Diaries 
Archives of Ontario 

Onları yok etmiş olmam bir yandan üzücü belki, şu an okusam muhtemelen hafızamın derinlerine ittiğim pek çok kıymetli şeyi görürdüm. Ama bir yandan da, atarkenki hissiyatımı biliyorum: bana onca ağırlık hissi veren, ruhumu ezen hisleri kağıda dökmemin sebebi hafiflemekse, onları bir dolabın, çekmecenin içinde, birilerinden saklamaya çalışarak tüm ağırlıklarıyla tutmanın ne alemi vardı ki? Yazdın, senden çıktılar madem, tamamen yolla gitsin kafası. Çok da yanlış bir kafa olduğunu düşünmüyorum hala.



Yoğunca yazıp önce sakladığım sonra attığım bu "ergen ızdırabı" dönemi sonrasında, özellikle üniversite bitip de işe girdikten sonra yazdıklarım hala benim bir şeyler karşısında hissettiklerimden yola çıkıyordu, ama artık o bir şeyler benden uzak, başka hayatlardı. Uzunca bir dönem hayat kadınlarının, ezilen çocukların, çıkış yolu kalmamış insanların hayatları meşgul etti kafamı. "Nasıl yaşayabiliyorlar böyle? Nasıl dayanabiliyorlar?" diye gecelerce gözüme uyku girmediğini bilirim. Onları ve bana hissettirdiklerini içimden atmam gerekiyordu, ben de yazdım. Bir roman girişimim oldu, internette tarihten kayıp insanların fotoğraflarının olduğu bir site bulmuştum; o zaman bana büyük bir kadın gibi görünen, şimdi gözümün önüne geldiğindeyse 20'lerinde, gelişkin bir genç kız olduğunu düşündüğüm, adını Emma koyduğum, kocaman gözlü bir kızla ilgili. bir şeyler karaladım. Çok kısa süre devam etti ve dönmemek üzere bıraktım. 



Öykülere yöneldim. Bir yerlerde, öykünün bir oturumda yazılıp bitirilmesi gerektiğine ilişkin bir şeyler okumuştum; denemeye karar verdim. Bir oturumda değil ama, araya boş gün sokmadan, peş peşe birkaç gün yazarak öyküler bitirdim. Hatta geçenlerde  bir öykü seçkisinde yayınlanan iki kadın öyküsü de o döneme ait.



Sonra hayat daha da hızlı, daha da yoğun olmaya başladı ve yazmam sekteye uğramaya başlıyordu ki bloglar çıktı. Ve burayı açtım. Çok sevdim. Günde bazen iki-üç yazı yayınladığım oluyordu ve resmen elim, sesim, dilim açılmıştı. Ama bunun bir de yan etkisi oldu. Ekrana yazmak, yazdıklarıma - çoğu arkadaşlarım olsa da - gerçek okuyuculardan yorum almak beni sessiz yazılarımdan, kurgularımdan uzaklaştırdı. Yazı yazıdır, bloga da yazsanız, akademik dergiye de, gazeteye de, enerjinizi akıttınız mı musluk bir süreliğine kendini şarj etmek için kapanabilir. Hele ki burası gibi daha günlük, ya da iş için yazdığınız şeyler gibi teknik yazılardan, "yaratıcı" olana geçmeye çalışıyorsanız... İngilizce'den yaptığım çevirileri bundan iki yıl kadar önce bırakma kararı almam bundan. Mesleğim gereği sürekli öğrencilerin yazdıklarını okuyorum, eh çeviri dediğiniz şey birebir yazılmış bir metni yazarın üslubuna, her şeyine saygı duyarak kendi dilinizde baştan yazmak gibi bir şey zaten, bir de roman/öykü yazmaya çalışınca.. tıkandım ve çeviriye verdiğim enerjiyi kendi yazdıklarıma aktarmaya karar verdim.



Oğlumun doğumundan iki yıl kadar sonra, yani on yıl önce ufacık bir işaretle başladığım ve inanılmaz keyif alarak ilerlediğim roman, yorgunluk, yoğunluk, hayat gailesi gibi "bahanelerle" bir yanda kaldı.

Ve ben küstüm. Bildiğiniz, yazmaya küstüm ve uzunca bir süre çeviriler ve nadiren de bu blog dışında, çocukluğumdan beri en tutkuyla yaptığım şeyi tamamen bıraktım. Bilinçli olarak. Ama hani bedeninizde bir ağrı sızı olur, hayatınızı etkilemez, yatağa yatırmaz, doktora gitmeniz de elzem değildir, ama hep hissedersiniz, her gün, her saat sızlar sızlar sızlar ya.. İşte aynı öyleydi o dönem benim için.

Old Stone Bridge at Ardmolich
Old Stone Bridge at Ardmolich



Birkaç yıl öncesine kadar. Bir kitapta okuduğum, sabahları uyanır uyanmaz hiçbir şey yapmadan yazmaya yönelik çalışmayı uygulamaya başlamıştım.  (Evet, tabii ki yazmadığım süre boyunca yazma üzerine n'lerce kitap okudum..) Ve yeni bir roman doğdu, ilerledi, ama bir yerde tıkandı. Çözülmesi için olması gereken bir şey var, o şeyin ne olduğunu da artık biliyorum, ama düşünmemeye çalışıyorum çünkü kalbimi çok ağrıtan bir şey.  Doğan hikayenin tamamlanmadan yok olmayacağına ilişkin inancımdan güç alarak, onu şimdilik dinlenmeye bıraktım. 


Bu arada, 2019 yazı devam ederken ilginç bir şekilde Sri Lanka'yı yazmaya başladım ve iki ay içinde ilk taslağı bitti, elden geçirilip kapı kapı dolaştırılmayı bekliyor şimdi. Biraz daha bekleyecek gibi, çünkü şu an odağım o değil. On yıl önce başladığım o ilk roman. Gördüm ki bir hikaye içinizde doğduktan sonra, araya yıllar da soksanız, henüz çözümlenmemişse içinizde yaşamaya devam ediyor. Müthiş bir şey. Karakterler bıraktığım yerde, mevsim hala o zamanki mevsim, ve sebatla, sadık bir şekilde geri dönmemi beklemişler. Bu yıl içinde tamamlamayı umuyorum, bakalım. Şimdilik iyi gidiyor gibi.

Uzun lafın kısası, yıllarca "yazamadığıma" inandım. Hem de çok kesin bir şekilde. Ama dönüp baktığımda gördüm ki hep yazıyormuşum, o veya bu şekilde. Ve anladım ki yazmak sadece kağıt-kalemle, klavyeyle değil, zihinle de sürdürülen ve oldurulan bir şey. Hatta beynin içinde olup bitenler yazmanın en büyük parçası olabilir. Ve ben yıllarca başarısız olma korkusuyla, 20'li yaşlarında ödüller alan yazarları görüp kendimi beceriksiz hissederek, yazmaya değil getirilerine (yayınlanmak, beğenilmek, isim yapmak, takdir görmek vs.) odaklanarak zaman kaybetmişim. Şimdi ise sadece yazıyorum, basılması-basılmaması, okunması-okunmaması, beğenilmesi-beğenilmemesi ihtimallerine hiç takılmadan. Öğrencilerimin beni sevip sevmemesinden bağımsız bendeki bilgileri aktarmam, bende olanı karşılık beklemeden  onlarla paylaşmam gibi.

İçimde yarattığım hikayeyi vakti gelip de doğurduğumda, elbette elinden tutacağım, destek olacağım, koşulsuz seveceğim, ama onu olmadığı bir şey olmaya, hatta herhangi bir şey olmaya zorlamayacağım. Her doğan kendi hikayesini yaşar ve kendi olmaya, onu doğurandan bağımsız olmaya hakkı vardır. 

Ve şimdi, ilk gençlik dönemimden beri en verimli yazabildiğim bu dönemde, her sabah oğlumu ve eşimi yolcu ettikten sonra kopkoyu, sade kahvemi yapıyor, en geç 7:45 gibi masanın başına oturmuş oluyorum. Eski bahanelerin (yazacak düzgün bir yerim yok, vakit  az, çok yorgunum, olmuyor, iyi yazamıyorum, bitiremiyorum, neden yazıyorum ki vs...) hiçbiri uğramıyor yanıma artık, onlar bile bıkmış benden belli ki, tabii ben de onlardan. Koltukta da yazıyorum, mutfakta da, oğlumun çalışma masasında da, dışarıda da; yorgun da olsam, yoğun da olsam, iyi de yazsam kötü de.. Bitirsem de, bitirmesem de..

İki, bazen üç saat boyunca, sadece o koca kupa kahve eşliğinde, bazen müzikle, bazen evin sessizliğinde, yanı başımda uyuklayan kedim, canım eşlikçim Haydut'un huzurunda yazıyorum ve yazdığımın roman, blog, hikaye ya da anlamsız karalamalar olmasına takılmıyorum. Sürem dolduğunda hafif bir geç kahvaltı,  sonra ver elini okulum, canım kampüs ve pırıl pırıl öğrencilerim. 

Hayatın bir acelesi yok, onu öğrendim. Acele eden biziz. Hırs yapan da. Akış bizden bağımsız; telaş ederek, kuruntu yaparak, mükemmel olmaya çalışarak onun gidişatına taş koyan biziz.

O yine de suyun bilgeliğiyle akıyor, taşın etrafından dönüp, hiç ses etmeden, alınganlık yapmadan, önüne bakarak. 

 


    Yorumlar