Yazarın Odası
Aslına bakarsanız, içeriği ne kadar hoşuma gider gitsin, yazarların kendileriyle ve başkalarıyla ilgili hastalıklı/gerçekçi/saçma/hayali/ çocukça/ abartılı/ mütevazı fikirlerini okumak ne kadar keyifli olursa olsun, kapağında “Orhan Pamuk’un Önsözüyle” yazan ve sonuçta edebiyat üzerine olan böyle bir kitabın içinde bir sürü (ama gerçekten bir sürü!) yazım hatası bulmak delirtti beni. Bir süre sonra kendimi elimde kalem, yapılan yanlışları düzeltir ve yanlarına öfke dolu notlar düşer halde buldum. Olmaz ki ama, böyle bir kitapta da yazar adları dahil bir sürü şey yanlış yazılmaz ki! Hiç mi kontrol etmiyorlar baskıya vermeden önce anlamıyorum ki…
Neyse… Kitabın iyi ve kötü yanlarını bir yana bırakıp sadece isme odaklanalım şimdi. “Yazarın Odası.” Hep ilgimi çekmiştir yazarların çalışma ortamları. Yanlış hatırlamıyorsam Neolitik Hanım bir ara bununla ilgili bir yazı yazmıştı.
Jane Austen'ın yazı masası (şaka gibi, ne bel kalır, ne sırt, ne boyun böyle bir masada yahu...)Yazar nedir, kime denir peki? Yazar diye anılmak için kıstaslar nelerdir yani? Yayınlanmış en az bir (ya da kaç?) kitaba sahip olmak? Kitap yayınlamasa da süreli yayınlara bir şeyler yazıyor olmak? Yazdıkları hiçbir yerde hiçbir şekilde yayınlanmadığı halde kendini bildi bileli yazıyor olmak? Ya da bir kitabınızın basılmış olması – ister kendi imkanlarınızla ya da bir yayınevi desteğiyle bastırmış olun – kendinize yazar demeniz için yeterli midir? İnsan kendi karar verebilir mi yazar olup olmadığına, yoksa illa konuyla ilgili bir otoritenin onayı mı gerekir? Okuru çok olan iyi yazar mıdır gerçekten, ve yazdıklarını hiçbir yayıncıya beğendiremeyen ya da beğendirme çabasında olmayan birini kim neye göre değerlendirir?
Kabul görmek şart mıdır yani yazar olmak için? Ya da “ne” olduğunuzun, “yazar” olup olmadığınızın bir önemi var mıdır sizin için aslolan yazmaksa ve kim ne derse desin yazmaya devam ediyorsanız kendi odanızda?
Benim kafamda öteden beri bir “yazma odası” hayali vardır. Tam bir şekli şemali yoktur aslında bu odanın beynimde, ama arada oradan buradan gördüklerim etkileyiverir ve nedense öyle bir ortamda daha iyi yazabileceğim hissine kapılırım. Zamanında Sylvia Plath da kapılmış sanırım aynı yanılgıya. Hayatının anlatıldığı “Sylvia”yı izleyenler hatırlar. Ted Hughes’la ilk evlendiği sıralarda bir sayfiye evinde, okyanus manzaralı koca bir camın önüne konmuş bir masada durmaktadır daktilosu. Ama tek satır bile yazamaz ve sonuç sıkıntıdan pişirilen bir sürü kek-kurabiyedir. Daha sonraları taşındıkları evlerde değil okyanus, sokak manzarası bile olmayacaktır. İki küçük çocuğunun bakımı ve ev işlerinden arta kal(may)an zamanlarda şiirlerini yazdığı masa bir duvara dayalı durmaktadır. Sonuç: demek ki yazdığınız masanın konumu değil, sizin içinizdekilerin artık içinizde kalamayacak kıvama gelmiş olmasıdır önemli olan.
Büyüdüğüm evden ilk ayrıldığım sıralar taşındığım ev dağlara bakıyordu. Pek de öyle haşmetli olmayan, tepemsi şekilli sakin dağlara. Ama daha evi ilk gördüğüm anda “yazma odamı” seçmiş, masamı nasıl koyacağıma karar vermiştim bile. Koydum da. Hatta hala pek de fena olmadığını düşündüğüm birkaç öykümü de orada yazdım. Tori Amos dinleyerek. Ama camdan dışarı baktığımı hatırlamıyorum hiç. Dağları seyrettiğimi, onlardan ilham aldığımı… ııh… hiç hatırlamıyorum.
Virginia Woolf'un çalışma masası
İkinci evim otobana bakıyordu. Ve otobanın kenarına dizilmiş binalara. Bir de sitenin yazın yemyeşil, kışın bembeyaz olan bahçesine. Peki bu bana ilham mı verdi? Hayır. Evde geçirdiğim zamanın çoğunda balkona bile çıkmadım doğru dürüst. Hep koltuklardaydım, hep içeride. Kediler de yanımda. Yazma masamı da yalnızca, teslim tarihi aynı olan iki çeviriyi aynı anda alıp çok sıkıştığım bir dönemde kullandım adam gibi. Yazmalarım hep koltukta, yatakta vs oldu.
Ve şimdi oturduğum ev. Küçücük bir sokağa, dip dibe dizili bir sürü apartmana ve sokak lambalarına bakıyor. Çok ışık aldığı söylenemez. Ama çok karanlık da değil öyle. Yazı masam hala aynı. Babamın gençliğinde kullandığı metal bacaklı, sağ üst köşesi yanık tahta masa. Üç ya da dört kez değiştirdim çalışma odasında durduğu yeri. Her seferinde pencerenin önünde kaldı ama yönü değişti. Peki benim yazma alışkanlıklarımla ilgili olarak ne değişti? Hiç. Ben yine gittim okulun kütüphanesine, orman manzaralı masalarda/koltuklarda yazdım. Ya da sınıfta sınav verirken. Bazen de kalabalık bir restoranda yemeğimi beklerken. Havanın güzel olduğu zamanlarda bir ağacın altına attım kendimi, orada yazdım, kulağımda bazen beni çevremden koparıp uzaklara götüren bir müzik, bazense sadece yoldan geçenlerin mırıltıları ve kuş sesleri.
Peki bu gerçek, yani benim düzenli bir odada tek başıma kalıp yazı yazamadığım gerçeği, ahşap masalı, doğa manzaralı, sadece bana ait bir oda düşlememe engel mi? Kesinlikle değil. Masmavi bir göle bakan iki katlı ahşap bir evin çatı katındayım örneğin şu an. (Secret Window'u izlemiş miydiniz?) Ev sessiz. Masam ahşap kirişlerle dörde bölünmüş pencerenin tam karşısında. İçerisi kahve kokuyor. Masam ahşap ve büyük. Bir tarafında yazarken başvurduğum kitaplar duruyor, bir tarafta kalemler, silgiler, boy boy defterler kağıtlar. Bir yanda da bilgisayarım açık tabii. Onsuz olmaz.
Hep aynı şey. Disiplin eksikliği. Ama artık kabullendim kendimi. Her işim planlı-düzenli görünebilir dışarıdan bakanlara, yüzeyden tanıyanlara, ki kafamın içinde öyledir de. Bir şey yapacağım zaman bütün adımlar beni hiç üzmeden sıraya girerler kafamda ve olmaları gerektiği şekilde, tertipli bir şekilde eyleme dökerler kendilerini. Tek bir konu hariç. O da yazmak. En disiplin gerektiren, en düzen isteyen, en azim gerektiren konuda tam bir fiyaskoyum ben. Önceden, “Zamanla olur, düzene girer,” diyordum. Artık öyle bir umudum ya da çabam yok. Belki de herkes düzgün bir masada, planlı saatlerde ve günlerde yazmak zorunda değildir. Belki de bazı insanlar dağınıklıktan, kaostan, kafa karışıklığından, gelgitlerden sadece ruhsal olarak değil, fiziksel olarak da ilham alıyordur.
Belki de bunların hepsi birer züğürt tesellisidir ve ben bu dünyadaki en kötü yazar adayımdır. J
Yorumlar
Yorum Gönder