Hayal Maskeli Gerçekler



Eskiden gerçeklerle ilgili öyküler yazardım. Sert, katı, can yakan, insana bir yandan yaşamın ne kadar zor olduğunu - ve bazıları için daha da zor olduğunu - hatırlatırken, bir yandan da sahip olduklarımıza şükretmemizi sağlayacak cinsten kötü gerçekler. Ölümler, tecavüzler, terk edilmeler, annesiz-babasız kalmış çocuklar, yemek bulamadıkları için ölen çocuklar/insanlar, savaşlar …. Yazan, çizen, resmeden, besteleyen, sanata ilişkin bir şeyler üretmeye çalışan insanların yapması gerekenin bu olduğunu, insanların kendi hayatlarının ve kişisel sorunlarının içine gömüldükleri bir anda (aslında pek çok anda), sanatın herhangi bir dalının bu can alıcı uyarılarıyla karşılaşıp silkinmeleri, benmerkezci dünyalarından çıkıp her şeye yeni bir gözle bakmaları gerektiğini düşünürdüm.



Hala da düşünüyorum, çünkü sanat sadece yapıcı değil yıkıcı da olmalıdır ki arada, değişime giden yeni yollar açabilsin. Ama artık bu konularda yazamıyorum. Gazetelerde okuduğum, oradan buradan duyduğum gerçek hayat kesitlerini değil öyküleştirmek, duymak bile istemiyorum artık. Eskiden de çok ağır gelirdi; yazarken çok bunaldığım, bitirmek istemediğim, oturup ağladığım olurdu; ama şimdi, bu tür haberlerin başlıklarını okumaktan öteye gidemiyor/gitmiyor, anlatmaya kalkanları ise parmağımı dudaklarıma götürüp susmalarını rica ederek engelliyorum.



Çünkü artık gerçekten kaldıramıyorum. Bu dünyanın acımasız bir yer, hayatın zor, hele ki bazıları için çok çok zor olduğunu öğreneli epey oldu; ama bir şeyi bilmek ve kabullenmek arasında uzunca bir süre var sanırım. Ve ben fark ettim ki hala pek kabullenemiyorum.



İşte son zamanlarda biraz da istemsiz olarak geliştirdiğim bu inkâr/ret mekanizması beni yeni alanlara itmeye başladı. Kurgularımın daha hayali, seçtiğim mekânların daha gerçek dışı, karakterlerimin biraz daha insandan uzak, renklerin biraz daha açık olduğu yazılar dökülmeye başladı.



Önceleri hoşuma gitti böyle yeni bir hevesle yazıyor olmak. Ama sonra fark ettim ki, kurgu ne kadar hayali, mekan ne kadar uzak ve gerçek dışı, karakterler ne kadar fantastik, renkler ne kadar aydınlık olursa olsun, beyin hala benim beynim, kalp hala benim kalbim, ve gittikleri yer aslında hala aynı. Hala oldukça karanlık bir yanım var ve yazdığım şeyler bir yandan gün ışığıyla aydınlanır gibi görünürken, bir yandan da gecenin karanlığına ve belirsizliğine ihtiyaç duyuyor hala.



Çünkü hep bizi bulmasından korktuğumuz, bucak bucak kaçtığımız kötülük aslında hepimizin içinde. Ve eğer duygu ve düşünce ürünü bir şeyler ortaya koymaya çalışıyorsanız, amacınız gerçekten kendinizi, yaratılışınızı, tabiatınızı ve “hayatın anlamı” gibi – dillere fazlaca malzeme olan ve tam da bu yüzden kulağa artık klişe gibi gelen – dipsiz kuyuları araştırmak ve kendinize yakınlaşmak ise, kötülükten ve gerçeklerden uzak durmak zor oluyor. Ve samimiyetsiz.



Kendinize karşı ne kadar dürüst olabildiğiniz, olabildiğinizde ne ölçüde yaralandığınız, yaralanırken aslında nasıl bir iyileşme yolunda adım attığınız ise ayrı bir yazının konusu olacak kadar derin herhalde.



O zaman yazmaya devam. İncinerek, yaraları yolup kanatarak, arada rüzgârın bu yaraları yalayıp acınızı dindirmesine izin vererek, ama o masum, iyileştirici görünen rüzgârın her an hızlanıp bir fırtınaya dönüşebileceğini de bilerek.


Yorumlar