Küçük Görünen Büyük Mutlu Şeyler




Yıllar içinde, yaşadığım evlerde kendime hazırladığım pek çok yazı köşem oldu. Çoğunlukla pencere önüne yerleştirdim babamın köşesi yanık eski masasını, bazense tek uyaranım hayalgücü olsun, dış tetikleyicileri safdışı bırakayım diye duvara dönük olacak şekilde koydum.

Gelin görün ki çok küçük yaşlardan beri yazan, 20'li yaşların ortalarına doğru kitap çevirmeye başlayan bir insan olsam da masabaşı iş pek benlik bir şey değil. Çocukluğumdan beri düz oturamam sandalye tepesinde. Yerde de olsam bağdaş, koltukta, sandalyede, hatta bazen ders verdiğim sınıflardaki minicik taburede bile. Öyle rahat ediyorum ve evet, rahatlık benim için önemli bir şey. İki farklı özel öğretim kurumunda acemiliğimi kısmen attıktan sonra 17 yıl önce çalışmaya başladığım okulumdaki hizmet içi eğitimi veren hocalardan biri genel kurallar vs'den bahsettikten sonra, "Sormak istediğiniz bir şey var mı?" demişti. Diğer arkadaşlar gayet ciddi ve akademik şeyler sorarken ben, "Kot giyebiliyor muyuz?" demiştim. :D Evet, o kadar önemli rahatlık benim için.

Masa başında güzel bir manzaraya bakmak şartmış ve başka türlüsü olamazmış gibi düşündüğüm saçma dönemlerim oldu. Yazamama dönemlerim uzadığında işin masayla ya da manzarayla hiç ilgisi olduğunu fark etmem zor olmadı tabii. Bir süre sonra çalışma masası sevdasından vazgeçtim ve kendimi o gün nerede rahat hissediyorsam orada yazmaya başladım. Koltuk, mutfak, yer, masa.. Kalemin, kağıdın, bilgisayarın ve benim sığabildiğimiz her yer. En verimli yazma dönemlerimden birinde evin en dibindeki ışık almayan odadaki kırmızı kanepede, yanımda üst üste yığılmış ütü bekleyen çamaşırların bana eşlik ettiğini hatırlıyorum.

Şimdilerde ise, yani evden sadece elzem durumlar için maksimum 3-4 kez çıktığım son bir ayda, bir orada bir burada oturup sürekli evin içinde yer değiştirmenin, zaten çorba olmuş zihnimi iyice zorladığını fark ettim ve evin gündüz bol ışık alan ve ufak bir masa yerleştirebileceğim tek yerine minik, sadece bana ait olan bir istasyon kurdum. (Tamam kabul, biraz da Haydut'a ait..) Blogumu ve diğer yazılarımı burada yazıyorum, okumak istediğim şeyleri çoğunlukla burada okuyorum ve öğrencilerimle yaptığım online görüşmeleri de buradan yapıyorum. Babamın köşesi yanık masası uzun zamandır oğlumun çalışma masası. Bense mahallede bu tür şeyler satan ufak bir dükkandan aldığım sıradan balkon masası tipli bir şey kullanıyorum. Yazdığım yerin şeklinin şemalinin değil, yanına her gün uğramamın önemli olduğunu kavrayalı çok oldu.

Koskoca bir belirsizliğin içine böylesine ani şekilde düşmüşken, kendi çabamla yapabildiğim kadarını belirli hale getirmem gerektiğini fark ettim. Rutinin, bir yere gitmeyeceğini bildiğin minicik bir alanın, alışkanlıkların önemini bir kez daha anladım. Her sabah eşim işe gittikten sonra kalkıp sessizliğin içinde, oğlum henüz uyurken kahvemi yapmak, bazen kahve öncesi zorlamadan ve süre tutmadan, sadece içimden gelirse/geldiği kadar yoga ve/veya meditasyon yapmak, oğlumla senelerdir yapamadığımız sıklıkta birlikte kahvaltı edebilmek, belirlediğim günlerde öğrencilerimle buluşup ders anlatmak, sorularını cevaplayıp muhabbet etmek, sesleri/sözleri bana iyi gelen bir elin beş parmağı kadar bile etmeyen dostlarla telefonlaşmak..

İyi geliyor. Hiçbir şekilde etki edemediğim ve tüm dünyayı sarsan bu belirsizliğin içinde kendi karar verebileceklerime odaklanmak iyi geliyor.

Düzenli yoga yapamıyorum; meditasyonda uzun oturamıyorum;  neredeyse hiç kitap okuyamıyorum; roman yazma sürecim de ciddi şekilde sekteye uğradı ama yine de ısrarla her gün o klasörü açıyorum ve tek kelime ekleyemesem bile önceki günlerde yazdıklarımı okuyorum.

Yapabildiğim kadarını yapıyor, gerisini zamana ve ne olduğunu bilmediğim diğer güçlere bırakıyorum. 

Başgan teftişte












Dalgaların İçinde


Ankara iki gündür çok rüzgarlı. Bahçede ağaçlar eğilip bükülüyor, sürekli bir şeylerin birbirine çarpma sesi geliyor ve camı açınca rüzgar evin içinde esmeye başlıyor.

Tam şu anda da denizi getiriyor bana. Geceyarısına yaklaşık iki saat var. Ev ahalisi biraz önce yattı. Eşim, oğlum ve (zaten sürekli uyuyan) kedim. Bense bugün saatlerce bilgisayar başında ders yaptığım için bitik durumda olduğum halde,  uyuyamayacağımı bildiğimden ayaktayım. Mutfağın gecenin karanlığıyla hiç uyuşmayan parlak ışığı altında bunları yazıyorum. Son birkaç haftadır böyle. Sabah uyanma saatim hala çok erken olduğu halde yatış saatim geçe çekildi. Ben yapmadım, virüs yaptı.

Bir hocamın yazısını okuyorum. Moda'da denizin bugün turkuvaza çaldığını söylüyor. Daha geçtiğimiz Kasım ayında Moda'da olduğum ve kedilerine, sessizliğine, denize çıkan sokaklarına, hiç beklemediğim anda karşıma çıkan kiliselerine hayran oluşum geliyor aklıma. 

Son zamanlarda hocalarıma çok mektup yazar oldum. Önceden de yazardım, ama bu aralar peş peşe geliyor. Vardır elbet bir sebebi. Bunca kaosun içinde, zihnim bunca dalgalanırken onların sesi ya da sözü bana kol kanat geriyor sanırım. Çok yakın olduklarım da var bu hocalarımın içinde, sadece birkaç kez gördüklerim de, hiç yüz yüze tanışmadıklarım da. Ama hepsi hocam. Ve iyi ki varlar.

Ve onlardan birinin, elinde kahvesi, pencere kenarında turkuvaz denizi seyretmeye daldığını okurken gözlerim doluyor ve dışarıdan bir anda dalga sesleri geliyor. Ankara'nın göbeğinde. Şaşırıp başımı çeviriyor ve mutfak penceresine bakıyorum. Rüzgar. O kadar şiddetli esiyor ki deniz kıyısında küçük bir motelde kalıyormuşum da suyun kıyıya her vuruşunu ve her geri çekilişini duyuyormuşum gibi bir hisse kapılıyorum.

Her duygumuz, düşüncemiz bir şeye bağlı, bir kez daha fark ediyorum. Bir yazı bir yeri, o yerin anısı gülümsemeyi ve rüzgarın sesi dalgalı denizi getirebiliyor. Hiç beklemediğimiz anda.

Şu an bu yazıyı okuyup da başını uzattığında deniz görme şansı olan her kim varsa, benden selam söylesin, olur mu?


Zihin mi Yaratır, Hayat mı?












Yogada gerçek olanla olmayanı ayırt etmekten bahsederiz sıklıkla. Falanca sana şöyle dediyse, senin o şeyden anladığın sadece kendi algıladığındır; gerçekte ne dediğini anlamak istiyorsan duru kalman, kendini o denklemden sıyırman, tarafsız bakabilmen lazım. Filanca sana neden öyle baktı? Senin kendi algınca bir cevabın, yorumun var elbette ama o kişi o sırada nasıl bir ruh halindeydi, içinde ne yaşıyordu, hayatında neler oluyordu, bir yeri mi ağrıyordu yoksa kafası mı karışıktı bilemeyeceğin için sorman gerekecek: "Bana neden öyle baktın? Bir şeye mi kızdın?" "Yooo," diyecek muhtemelen. "Farkında değilim sana nasıl baktığımın. Bir şey düşünüyordum."

Başkalarının gerçekliğini, onların hayatlarını, deneyimlerini, acılarını, sevinçlerini, kayıplarını, tepkilerini, değişimlerini  bildiğimizi sansak da bilmediğimiz için anlayabilmemiz çok zor, yüzde yüz bir kavrayış ise en yakınlarımız için bile söz konusu değil, çünkü onlar değiliz. Belki en fazla anlamaya yaklaşabiliriz.

Peki kendi gerçekliğimizi ne kadar biliyoruz? Ben bir başkası değilim; 43 yılı aşkın süredir bu bedende, bu hayattayım ve yaşadığım, hissettiğim, deneyimlediğim her şeyi birinci elden biliyorum. Hepsini ben yaşadım. Ben kırıldım, ben döküldüm, ben sevindim, ben kırıldım, ben kırdım, ben değiştim, ben anladım.. Yine de kendimi, gerçeğimi ne kadar biliyorum? Yaşadıklarıma, verdiğim tepkilere ve attığım adımlara ne kadar dışarıdan, kendimi kendimden sıyırarak bakabiliyorum? Gerçekliğim gerçekten o lafı eden, o davranışa bozulan kişi mi?

Gerçeklik algımızın derinden sarsıldığı günlerden geçiyoruz. Evdeyim, haftada bir gün maksimum yarım saatlik alışveriş dışında çıkmıyorum, ve evimin güvenli ortamında geçirdiğim süre uzadıkça tuhaf bir yan evrene sıçramışım ve kendi dünyamdan  aslında hiç haberim yokmuş hissine kapılıyorum.  "Neden sürekli evdeyim, neden çıkmıyorum, dışarıda bir şey olup bitmiyor belki de, ben mi oluyor sanıyorum, bizi mi yiyorlar, ama yok baksana haberlere kaç kişi ölmüş, dinlesene İtalyanların balkondan balkona serenatlarını, okusana doktor arkadaşlarının anlattıklarını, bak ücretsiz maske dağıtımına başlandı, okullar kapanalı neredeyse bir ay olacak, insanlar işlerini, gelirlerini kaybetti, bütün dünya kapalı kapılar ardında, evsizler ve mülteciler hariç, onları pek kimse konuşmuyor, dünya insanlara kapandı ama onlar hala dışarıda bir yerlerde mücadele veriyor.."



Jim Carrey'nin başrolü oynadığı "The Truman Show" diye bir film vardı. Adam bir anda hayatının bir kurgudan ibaret ve gerçek sandığı her şeyin yalan olduğunu öğreniyor. Ergenlik dönemimde, daha bu film çekilmemişken, arada etrafımda olup bitenle ilgili böyle hislere kapıldığımı hatırlıyorum. Bütün dünya beni kandırmak ve sonra da hep birlikte bana gülmek için toplanmış falan.. Epey hastalıklı bir düşünce gibi görünse de, hayata tabiatınızın bir parçası olan inatçı bir zihinle başlamışsanız ve onun o sivri köşelerini tek tek, ellerinizi kanata kanata törpülemeniz gerekiyorsa, her şeyin zaten bulanık olduğu o küçük yaşlarda bu tür fantastik düşünceler de çok görülmemeli bence. Nihayetinde yaratıcılığa katkı: kendinden parçalar koparıp sonra onları yine kendine dikmek gibi tuhaf bir durum.

Bütün bunları neden anlattım? Anlattım çünkü bu günlerde gerçeklik algımı yitirdiğimi düşündüğüm anlar oluyor. Bunların hiçbiri aslında olmuyormuş gibi dışarı çıkıp en sevdiğim komşumla en sevdiğimiz kahvecide oturup muhabbet edebilirmişim, caddeler hala arabalarla doluymuş ve benim dışımda herkes işe gidiyormuş, ortalıkta elinden tutulup tüm dünyayı dolaşmaya çıkarılmış bir virüs yokmuş, miş muş mış gibi..


Robert Wei/iStock/Getty Images Plus 

Hayatımın birkaç senelik bir dönemi hariç yazdıklarımda hep "gerçekdışı/fantastik" tabir ettiğimiz öğeler oldu, olmaya da devam ediyor. Dünyalar içinde dünyalar, zamanlar içinde zamanlar, hiç görmediğimiz varlıklar, hiç gidemeyeceğimiz yerler hep besledi yazdıklarımı. 

Peki biz olmayan dünyaları yazanlar, çizenler, filme çekenler, yarattıklarımızın bir gün gerçek olabilme ihtimalini düşünüyor muyuz hiç? Bilimkurguda, fantezide anlatılan şeyler hayal gücümüz mü gerçekten, yoksa derinde bir yerlerde, farkına varmasak da, hepsinin gerçek olabileceğini biliyor da mı yazıyoruz? Hayal gücümüz zaten yaşadıklarımızdan, yaşayamadıklarımızdan, gördüklerimizden, göremediklerimizden, bildiklerimizden ve bilemeyeceğimizi düşündüklerimizden oluşmuyor mu? 


Apokalips ve sonrası, felaket, salgın hastalık vs. üzerine yazıp çizenler bugünün boş sokaklarını, maskeli yüzlerini, karantinasını, ölümlerini, insanlar gittikten sonra canlanan, betonlardan fışkıran yemyeşil doğasını hayal mi etmiş gerçekten, yoksa yarattıklarımız ne kadar fantastik görünürse görünsün, hep bu hayatta olabilecek şeyler mi? 

Hayal ne, gerçek ne? Bir şeyleri yaratan zihnimiz mi, hayatın ta kendisi mi?

Günlerdir kafamda dönüp duran soruları nihayet yazıya dökebilmenin verdiği hafiflikle (ne hafiflik ama..) artık kendi yarattığım(ı düşündüğüm) ve her şeyi hayalgücüme ait (sandığım) romanıma dönüp yaratan benmişim gibi kendimi kandırmaya devam edebilirim. 

Bir de video bırakıyorum. Ne kadarının olasılık, ne kadarının bilimsel gerçeklik, ne kadarının hayalgücü olduğu size kalmış. İzlemesi keyifli, düşünmesi hüzünlü.