Yeni Sınırlar Çizilirken


Empty Street

Empty Street



Tuhaf zamanlardan geçtiğimiz kesin. Sokağa zorunlu nedenlerden çıktığımızda bu tuhaflık en derin şekilde hissettiriyor kendini. Evdeyken haberlere ve sosyal medya paylaşımlarına çok takılmazsak, biraz uzamış bir bayram tatili gibi geliyor arada. Alışveriş torbasından çıkan her şeyi dezenfekte etme hali ve sürekli online bir iş yapıp elektronik cihazlardan sıtkımızın sıyrılması, başımıza ağrılar girmesi dışında tabii.

Dışarı adımımızı attığımız an ise, olur da sokakta insan varsa, maskeler, eldivenler, kaldırımda birbirine yaklaşırken on adım öteye çekilenler, boş caddeler, ağzına kadar dolu park yerleri, bir şekilde açık kalmış dükkanların önünde sinek avlayan esnaf ve özgürce koşan kediler var.

Cumartesi sabahı, her hafta 9:30 gibi kamyonetiyle köyünden süt, yumurta, peynir getiren satıcı bu hafta gelmiş midir ki diye çıktım evden. Sokakta sadece ben vardım. İçimden şunlar geçti: "Allahım, şu anda gerçekte olup biteni bilen sadece iki grup insan var; onlar da maalesef bu illetin o ya da bu şekilde tam ortasına düştükleri için biliyorlar: virüsü taşıyıp hastalananlar ve sağlık görevlileri. Lütfen hiç bilmeyelim gerçeğini, hiç öğrenmeyelim.. çünkü öğrenirsek, bir anda doktor/hemşire falan olamayacağımıza göre, öbür gruptayız demektir." 

Hair Photograph - Between These Lonely Walls by Kamila  Gornia
Between These Lonely Walls by Kamila Gornia (January 1st, 2013)

Elimizde çayımız evimizin penceresinden boşluğa bakarken, neden evde oturduğumuzu anlayamadığımız tuhaf sorgulama anları oluyor arada. Sanki saçmalıyormuşuz gibi. Çünkü bilmiyoruz. Çok şükür.

Süt kamyoneti ben yokuşu çıktığım sırada kaldırıma yanaştı ve satıcıyla yardımcısı hızlıca tezgahı kurdular. Yokuşun başından ninja kaplumbağa gibi her yerini sarıp sarmalamış bir teyzenin geldiğini görünce benden tedirgin olmasın diye birkaç adım geri çekildim. Süt için getirdiği bidonu satıcıya durduğu yerden uzattı ve adam da uzanıp aldı, doldurdu. O sırada  ben elimde eldivenlerle yumurta seçtim. Geçen haftadan akıllanıp bu kez yanıma cüzdan, telefon falan almamıştım, sadece anahtar ve bir adet kağıt para. Yoksa eve dönünce dezenfekte edecek şey sayısı katlanıyor. Teyze gitti, sütümü ve peynirimi de alıp eve döndüm. Sokak hala boştu.

Düşününce ağaçlar, nehirler, dağlar, gökyüzü tüm ihtişamlarıyla var olmaya devam ederken, bizim insanlık olarak ellerimizle yaratıp içini doldurduğumuz her yer boş şu an. Yaşam alanlarımız öğrencisiz okullar, yemek yenmeyen restoranlar, spor yapılmayan spor salonları, saç kesilmeyen kuaförler, kahve içilmeyen kahvecilerle dolu. Şehrim boş mekanlarla dolu, sanki bir bilgisayar oyununda önce altyapıyı ve muhiti oluşturmuşuz da insanlar sonra gelmeye başlayacakmış gibi. 

İçi boş olmayan, hatta belki hiç olmadığı yoğunluk ve sıklıkta dolu olan yegane mekan (hastaneler ve hala açık olan işyerleri hariç) evlerimiz. Mağaramız, sığınağımız. Dört duvar arasına tıkıldığımızı düşündüğümüz şu haftalarda o dört duvar aslında bizim nefes alma özgürlüğümüz. Lisedeyken bir derste hocamız, "Duvar sizin için ne demek?" diye sormuş ve bir arkadaşım, "Özgürlüğüm," diye yanıtlamıştı. "Çünkü bana ait, beni evin diğer yerlerinden ayırıp kendimle kalmamı sağlıyor ve üstüne de istediğim resmi asabiliyorum." Nefis bir bakış açısı, o söyleyene kadar hiç öyle düşünmemiştim. Ne kadar da severdim genç kızlık odamın posterlerle dolu duvarlarını. Beni ailemden güvenli bir mesafede özgür/ayrı tutmalarını, ama arkasında da onları hemen erişebileceğim mesafede barındırmalarını.

Walls of Freedom
Walls of Freedom by Daniel Coston

Şimdi dışarıda dolaşan, göremediğimiz ama gece uykularımızı kaçıran, rüyalarımıza giren, adına ne filmler çekilip kim bilir ne kitaplar yazılacak o "şey", bize yeni sınırlar çizdiriyor. İnsanlarla, binalarla, aslında hiç ihtiyacımız olmayan bağımlılıklarımız, neden yüklendiğimizi bile hatırlayamadığımız sözde sorumluluklarımız ve gereksiz sosyalleşmelerimizle aramıza duvarlar örüyor. Evde oturdukça sardığımız sosyal medya ve online platformla da illa ki bir noktada çizgiler çizecek aramıza, öyle düşünüyorum. Bizi neredeyse her şeyden ve herkesten uzaklaştırırken,  kendimize yakınlaştıracak.

Ve biz yeni sınırlar çizeceğiz. Herkese ve her şeye yakın durabilme özgürlüğümüz varken bir türlü cesaret edip de çizemediğimiz yepyeni, özgürleştiren sınırlar. Bu sınırları çizebilmek için hangi duvarları yıkıp yerine hangi yenilerini yapacağımızsa bize kalıyor.

Sarma Deli, Sarma

Six Masks Depicting Various Moods of Emotions Görsel: thehartcenter.com

Şu an saat 8:20. Halbuki planım bugün itibariyle eski (hepi topu 10 gün önceki!) düzenime dönmekti. Olmadı. Tabii ki.

6:30'da alarm çaldı, uyandım, ama kalkmadım. Telefona bari bakmayayım dedim. 10 dakika sonra elimdeydi. Haberlere ve sosyal medyaya şöyle bir göz atayım derken 7:30 oldu.  Halbuki yoga ve meditasyona ayırdığım süreydi bu. Pırrrr uçtu. Tanıdık uçuşlar.

Dışarı çıkacakmış gibi üstümü giyinip saçımı düzelteyim bari, belki kandırırım bünyeyi dedim. Eşim "Kıyamam" bakışları atıp bıyık altından güldü, oğlum direkt sırıtıp "Kotla mı kandıracaksın kendini?" dedi. "Daha dur," dedim. "Evde kalmaya devam ettikçe daha neler yumurtlayacağım." Güldük. Güne sevdiklerimle gülerek başladım, yemişim programı.

Kahvemi yaptım, atarlı kedimi sevme girişiminde bulunup günün ilk patisini yedim ve bugün için yaptığım programın en tepesinde yazan romanımla ilgilenmek yerine kendimi yine bu blogun başında iç dökerken buldum. Çünkü iyi geliyor.

Yazılı programların bende asla ve kat'a işe yaramadığı gerçeğini bile bile, dün akşamın körüne kadar oturup bu haftaki tüm işlerimi sıraya soktum. İşlemeyeceğini bile bile, yıllar içinde çok iyi öğrendiğim halde, ama kafamın karışık olduğu hemen her dönemde yaptığım gibi. İnsanın kendiyle ve yerleşmiş alışkanlıklarıyla savaşı en çetin olan mı acaba?

Neyse, en azından artık o katı, içine minik meyve sineği kaçsa boğulacak sıkılıktaki programların bende hiçbir işe yaramadığını bildiğim için, yapmadığımda kendimi suçlama döngüsüne girmiyorum. Bu da bir şey herhalde.

Görsel: hbrturkiye.com

Son birkaç gündür, bir önceki yazımda bahsettiğim o boşluğun içine düştüm. Hem işe gidip hem evi işi yaptığım, aynı anda  sürekli aktif olarak eğitimlere katıldığım, üstüne üstlük arkadaşlarımla falan buluşabildiğim dönemde (yine hatırlayalım, daha on gün öncesi yani), gerçekten bu kadar yorulmuyordum. Son üç-dört gündür evin içinde deli danalar gibi bir iş peşinde koşarken buluyorum kendimi. Hayır, sürekli temizlik, yemek vs. yapanlardan değilim, olamıyorum. Başka şeyler: öğrencilerimle online buluşmalar, oğlumun okul sayfasına yüklenenleri basıp sıraya koymak(?!), ona ve kendime program çıkartmak, evde verdiğim yoga derslerini online'a taşıma çabaları, telefon görüşmeleri, yazışmalar, saat ayarlamaları..

Ve dün akşam eşim dedi ki: "Hayatım sanki bütün gün çok yoğun çalışmışsın gibi gözlerinin altı çökmüş, üstelik bugün Pazar(dı).. Bi dur artık, bi nefes al, ne bu acelen.." dedi.

Haklı. Farkındayım zaten saçmaladığımın: gün içinde sürekli değişen nefes hızımdan, ne yaptığımı düşündüğümde anlamlı bir şey bulamasam da, tüm dünyanın işini ben yapmışım gibi yorgun olmamdan, günlerdir tek satır kitap okuyamamamdan.. Çatılan kaşlarımdan ve belimin ağrımaya başlamasından. Sinyaller çok net, sadece durup görmek ve sakince ne mesaj verdiklerini anlamaya çalışmak gerekiyor.

Kendimi programlara boğmadan, kasmadan, işleri gidişata bırakarak bir şeyler yapmayı hayatıma yerleştirmem o kadar uzun zaman aldı ki.. Ve son birkaç yıldır nihayet bunu uygulamayı başardığımda, her şeyi çok daha sakin, geciktirmeden, içinde boğulmadan ve keyif alarak yapmaya başladım. Ve sadece beni değil, herkesi etkileyen, üstelik iyiliğimiz için gelen zorunlu bir karantinayla on günde hooop başa mı döndük yani? Yapımı saatlerce süren ama bütün tencereyi bitirmenin on dakika sürdüğü yaprak sarma mı benim hayatım ya? :D (Benzetme kötü ama görsel güzel ehehe)


Görsel: saniyeanneyemekleri.com

Bugün ve şu an itibariyle tekrar aklımı başıma aldım sevgili okurlar (inşallah :D). Panik yok. Bana cidden hiç iyi gelmiyor gerilim ve bir şeyleri yetiştirmek "zorunda" olma telaşı. Ya yapacağımı da yapamıyorum, ya da yapıyorum ama kendimi helak ediyorum ve kaşı gözü ayrı oynayan Gargamel'e dönüşüyorum. Sakin kalıp ne kadar olabiliyorsa o kadarını yapmanın çok daha verimli ve keyifli olduğunu da defalarca görmüşken, şu an burada seçimimi yapıp, huzurlarınızda normalime dönüyorum.

Ben buraya yazarken eşim gitmek zorunda olduğu işi için evden çıktı, oğlum uyanıp sporunu yaptı, kedim yanımda, koltuğun tepesindeki yerini alıp sabah uyuklamasına geçti ve kahvem bitti. Saat 9:45.

Günaydın. :)




Boşluğun İçinde Uyanışlar


Blue zen circle abstract modern calm design. Artistic background layout with empty space for message and text. Stok Fotoğraf - 88078831

Evdeyiz, malum. Başta bayram seyranla birleşmiş uzunca bir haftasonu tatili gibi gelen bu evde olma hali, kalmaya devam ettikçe kendine ait bir varlık olup çıktı sanki ve her varlık gibi kendini gerçekleştirme çabasında şu an. Ne yaptığımızdan ya da yapamadığımızdan, ne istediğimizden, bunalıp sıkılmamızdan, korku ve endişelerimizden bağımsız, sadece oluyor. 

Bir boşluk yaratıldı bizim için, farkına varabilirsek tabii. Her gün aslında neler yapıyorduk, neden yapıyorduk, gerçekten yapmamız gerekenler nelerdi, lüzumsuz koşturduğumuz yerler/işler var mıydı, ve en önemlisi, biz aslında ne yapmak istiyorduk, gözden geçirmek için kocaman, zorunlu bir fırsat. Görmek istersek.

Kendimi gözlemliyorum. Normalde en geç 6:30 olan uyanma saatim oğlumu okula gönderip işe gitme zorunluluğu ortadan kalkınca 8'e, 9'a çekilmeye başladı. 8-9 geç bir saat değil uyanmak için belki, ama benim oturttuğum, bana iyi gelen rutinden çıkış demek. En geç 8 itibariyle bilgisayarın, kağıt-kalemimin başına geçişlerim, şimdilerde 9:30-10:00 olmaya başladı. Önceden olsa bu değişimler için kızardım kendime, şimdi ise sadece gözlemliyorum ve bedenimde, zihnimde, ruhumda olup bitene yargısız bakmaya çalışıyorum. 

Her büyük olayda olduğu gibi, tüm dünyayla birlikte bizi de etkileyen, ırk-din-dil-coğrafya-cinsiyet tanımayan bu olayda da bünye her şeyiyle bir sarsıldı. Uyumlanmak için zamana ihtiyacı var. Ben de o zamanı tanıyıp, bunların farkına vardıkça da,  açılan boşluğun içinde kaybolmamak ve kontrolü gerektiği kadar tekrar elime almak için ufak adımlar atıp, acelesiz bekliyorum.

Boşluk, ona neresinden baktığınıza göre anlam değiştiren bir şey. Çok zaman var, nasıl doldurabilirim ki 24 saati evin içinde, yapabileceğim her şeyi yaptım, daha ne yapayım diye bakarsanız, büyüyor. İnanılır gibi değil, ama siz onu dolmaya zorladıkça, o daha da yer açıyor size, ve zaman geçmek bilmiyor.

Ama sırf zaman geçsin diye kendinize gerekli-gereksiz iş yaratıp debelenmektense biraz o boşluğun içinde çabasız kalmaya çalıştığınızda, isteseniz de istemesiniz de bir uyanış başlıyor. Hayatın zorunlu şekilde yavaşlamış olmasının getirdiği bir sükunet hali geliyor. Fark ediyor insan. Artık normal yaşantımızdan isteğimiz dışında çıkmış/çıkarılmış iş-güç-uğraş-buluşma-koşuşturmaların ne kadarının aslında gerçekten yapmak istediğimiz şeyler olduğunun, ne kadarınınsa asıl yapmak istediğimiz şeye engel olan gizli tuzaklar olduğunu fark edebiliyoruz. 

Dün o boşluğun içinde dolanırken, öğrencilerimin ruh halinin nasıl olduğunu merak ettiğimi fark ettim. Dönem sonunda onları bekleyen zor ve büyük bir sınav var (şu an için her şey gibi o da meçhulun içindeki yerini almış olsa da) ve bu çocuklar haftalarca dersten uzak kalma ihtimaliyle karşı karşıya. Başka dersleri bilemem, ama dil öğreniminde - belli bir seviyeye ulaşıp o dil sistemini hayatınıza entegre eder hale gelmemişseniz - üç hafta çok ciddi bir süre.

Ne yapabilirim diye düşünürken, üniversitelerin online sisteme geçeceği haberi geldi ve ben de en azından altyapı oluşup o sistem devreye girene kadar kendi öğrencilerimle online buluşmalar yapabilirim dedim. Sadece bugüne kadar işlediğimiz konuların tekrarını yapabilsek, arada konuşma dersleri yapsak, o bile hiç yoktan iyidir. Bu düşüncemi yazdığımda aldığım tepkiler o kadar hızlı ve güzeldi ki onların da daha şimdiden evde bunalmış olduğunu ve bazılarının tahmin ettiğim endişe döngüsüne çoktan kapılmış olduğunu fark ettim. Bugün başlayacağız, bakalım nasıl gidecek.

Ve dün akşam, çok sevdiğim bir yerden beni çok heyecanlandıran bir haber aldım. Ne olduğu şimdilik bende saklı, ama beni yeniden gün doğmadan yataktan kaldırıp bilgisayarın başına oturtabilecek güçte bir şey. Hali hazırda düzene oturttuğum ve yapmakta olduğum şeyi, daha da şevkle yapmamı sağlayacak diye umuyorum.

Herkese kendi boşluğunun içinde güzel uyanışlar diliyorum.

Meçhul

coronavirus self-isolation quarantine
Görsel: Getty Images


Sosyal varlıklar olduğumuzu en yoğun hissedeceğimiz dönemlerden birine girdik sanırım. Benim gibi çok sosyalleşme meraklısı olmayanlarımızın bile. Yani yapılması gereken o, kaçımız yapacak, kaçımız tatil beldelerine koşacak, kaçımız fırsattan istifade uzundur görüşemediği akrabaları ya da arkadaşlarıyla buluşacak, meçhul tabii. Ama bu her an istediğimize ulaşıp görüşebileceğimiz, tercihe bağlı bir izolasyon değil, o net.

Şu an her şey meçhul. Belki fark edemediğimiz ise şu: aslında her şey her an meçhul. Öğrenciyken okuduğum ve kime ait olduğunu hatırlamadığım bir hikayede, adamın biri balkonunda (nedense ülke İtalya diye kalmış aklımda) domuz besliyor. Bina eski ve domuz büyüdükçe iyice ağırlaşıyor ve bir gün yaşlı balkon onu daha fazla taşıyamaz hale gelince de iniveriyor aşağı. O sırada oradan geçen bir adamın tepesine. Adam oracıkta ölüyor. Ne planlarının, ne hayallerinin bir önemi var artık. O sırada neden onun oradan geçtiği, neden bu şekilde öldüğü, meçhul.

En son Cuma günü işe gittim, diğer sınıflara kıyasla çoğunluğu gelmiş öğrencilerimle bir saati biraz aşkın ders yaptım, arada boşluğa düştüm, "Ne yapıyoruz biz ya?" diye, ama herkes halinden memnun gibiydi. Sonra gittiler. Cuma akşamından beri evdeyim. Bir kez Cumartesi sabahı mahallemizin sütçüsünden süt, yumurta vs almaya çıktım, bir de dün, yetmiş yedi yaşındaki babamın alışverişini yapıp yemek götürmek için. Markettekilerin hepsi yaşlı insanlardı. En genç ben ve çalışanlardık sanırım. Ve evet, makarna soruyorlardı. Geçen hafta dolmuşla gidip gelirken de market çıkışlarında hep yaşlı insanlar vardı. Telaşsız, yavaş görünüyorlardı, ama içlerini göremedim.

Dün babama gitmek için çıkarken tedirgindim. Uzun zamandır hissetmediğim bir huzursuzluk. En son Ankara'da peş peşe bombaların patladığı o korkunç dönemde böyle hissetmiş olabilirim. Korkusu eksik ama. Korku değil bu çünkü, sürekli parmak uçlarıyla dokunup dokunup kaçan sinsi bir tedirginlik. 

Yollar kesinlikle boş değildi. Hatta Kızılay-Kolej hattından geçerken şaşırdım. Gençler güle oynaya buluşmuş, geziyorlardı. İş-güç koşturmacasında olduğu belli olanlar vardı bir de. Hayat hiçbir şey yokmuş gibi devam ediyordu.

Babam ,"Bu aralar pek çıkma babacığım, çok gerekirse de maske tak," dediğimde her zamanki alaycılığıyla gülüyor. Bıyık altından falan değil, bayağı açıktan. Bozuluyorum. Onu korumaya çalışıyorum çünkü. Ama hep böyleydi babam. Korku geni eksik galiba. 

Kolay kolay paniklemeyen, zor durumlarda sakin kalabilen ve genelde ortalığı da (içim fokur fokur kaynasa da) sakinleştiren tarafımı  annemden değil babamdan aldığım kesin. Annem kendimi sakinleştirdiğim anları tek bir ses tonuyla bozabilir; iyi niyetli de olsa, sağlam bir panikçi. Ben doktor olduğu için daha sakin kalmasını beklerken, o tam da bu yüzden daha endişeli. Haklı muhtemelen. Bu yaşına kadar çok şey görmüş.

Böyle kriz dönemlerinde, kalabalık gruplara hitap etme şansı olan meslek gruplarına önemli görevler düşüyor sanki. Biz öğretmenlere, doktorlara, yazarlara, gazetecilere, politikacılara (aman yarabbi, medet umduğum gruba bak!) vs. Gaza getiren, ürküten, zaten zor olan bir durumu daha da çetrefil hale getirecek konuşmalar yapan biri bu işlerden birini yapıyorsa, oradan hemen kaçın derim. Hiç gerek yok. Meçhul kendi haliyle bile yeterince gerilimli.

cats old door houses window panes 1920x1200  Architecture Houses HD Art, HD wallpaper
Görsel: Wallpaper Flare

Ve dönelim sosyalleşmeye ara vermeye. Yapım itibariyle o parti senin, bu buluşma benim bir insan zaten değilim. Arkadaş desen bir elin beş parmağını geçmez bile diyemem, çünkü bir elin parmakları kadar bile yoktur. Az ve öz. Kalabalığa gerek yok; denedim, olmadı.

Tabii bu her zaman tabiatımla uyumlu kişisel tercihler yapabildiğim anlamına gelmiyor. Mesleğime bakmak lazım. Öğretmenlik. 21 yıldır en büyük sosyalleşme alanım. Güne nasıl başlamış olursam olayım sınıfa girdiğim anda beni gülümseten, aklımda ne varsa çoğunlukla unutup onlara konsantre olmama vesile genç ruhlar. 

Ve şimdi evimde, dönemin yoğunlaşmasıyla birlikte araya giren sınav ve ödev okumalarıyla sekteye uğrayan kitabıma tam gaz yoğunlaşabilecek durumdayım. Eski Elif olsa, onca insan bir virüs yüzünden nefes alamayarak ölürken ben nasıl kendimi iyi hissettirecek bir şey yapabilirim ki, diye acılara, ıstıraplara, suçluluk hissine sürüklerdi kendini, bilinçli olarak. Yıllarımı o çileci kafayla geçirdim ve yazarlığıma dönem dönem yaptığı ilginç katkılar hariç bir faydasını gördüm diyemem. Ama zararını çok gördüm. Kendimi de bunalttım, etrafımdakileri de. Ve bu kafayı o kadar uzun süre yaşadım ki nihayet kendimden bunalıp yeter dediğim bir zaman geldi. Çok şükür. 

Uzun zamandır o karanlık sularda değilim; kendi adıma kişisel bir devrim diyebileceğim bu dönüşümü başardığım, hayatımın geri kalanında kendime ve başkalarına işkence etmemeyi seçtiğim için çok mutluyum.


ODTÜ'yü bilenler bu heykeli hatırlayacaktır. Şu sıralar daha anlamlı hale geldi benim için.

Gelin görün ki, üniversitelerin de okullarla eş zamanlı kapanmasıyla birlikte koca bir boşluğa atılmış gibi oldum. Bünye yavaş yavaş alışıyor, daha da alışacak, biliyorum. Ama şimdilik yazma kısmı, arada gerginliğimi atmak için yazdığım günlükler, çocukluktan beri mektup arkadaşım olan Michiko'yla onun ve ailesinin de Japonya'da yaşadığı karantina günlerine ilişkin uzun epostalar ve bu blogda yoğunlaşacak gibi. Buralara yazıp zihnimi sakinleştirdiğimde de, romana tekrar yer açılacak,  biliyorum. Yavaş yavaş açılıyor hatta.

Önceden olsa şu geçtiğimiz üç günü yazma açısından doğru düzgün değerlendiremedim diye bunalımlara girer, kendimi beceriksizlikle, disiplinsizlikle vs. suçlardım. Şimdi ise, gerekenin bu olduğunu biliyorum. 

Her şey olması gerektiği zamanda, olması gerektiği şekilde oluyor. Ve "neden" diye sormak anlamsız, çünkü bir şekilde nedenini anlamamız gerekiyorsa, yıllar sonra bile olsa,  o neden bize kendini gösterecektir. Görmeye hazır ve açık olduğumuz zaman, daha önce değil.

Her neredeyseniz, önce kendinize, sonra da yanında yamacında birileri olan şanslı insanlardansınız onlara yoğunlaşma zamanı. Çünkü sadece şu an var. 

Gerisi meçhul.


Coronavirus Julius Caesar'a Karşı



Bu da burada dursun.



Dün akşam resmi makamlardan yapılan açıklamayla birlikte, ülke çapında tüm ilk-orta-liseler ve üniversitelerin tamamı 16 Mart 2020 Pazartesi itibariyle tatil edildi. Üniversiteler üç hafta, diğerleri (anlayamadığım sebeplerden iki hafta, ikincisi online eğitimle). Sebep Corona Virüsü, nam-ı diğer COVID-19 (CO-Corona; VI-Virus; D-Disease; 19-2019'u temsili). Ülke tarihinde bir ilk. Herkes şaşkın.



Fazlaca görsel bir insan olarak zaten kavramları kafamın içinde anında şekle şemale sokma durumum var, şimdi bir de bu çıktı. Corona taç demekmiş, hiç düşünmemiştim doğrusu, ama İngilizce'deki "crown" sözcüğüyle bağdaştırılabilirmiş aslında. Hatta birası da var, üzerinde taç çizimiyle. Malum virüs, mikroskopla bakıldığında taç şeklinde görünüyormuş; o yüzden bu ismi almış. Her şeyi öyle bir insanlaştırma huyumuz var ki, nasıl uzaylıları yıllardır eli kolu kafası uzun, siyah çukurlar gibi gözleri olan, antenli, sempatik, ve yeşil (??) yaratıklar olarak resmediyoruz, Corona diyince de artık benim gözümün önüne koca dünyada her yere aynı anda el atabilen, kafasında tacıyla dolaşan, deterjan reklamlarındaki pis pis sırıtan çürük dişli mikroplara benzer tek bir yaratık geliyor. 



Cartoon Stop virus - purple virus in red alert sign Stock Vector - 23006537












Gönderilen, paylaşılan haberleri, videoları vs okumaya izlemeye baştan beri bilinçli olarak direnip, Türkiye'deki ilk vaka açıklaması yapıldıktan sonra sadece tek bir gün TÜM haberleri izleyip okuyarak sükunetimin hali hazırda içine edilmesine izin verdiğim için, Corona'yı tamamen bilimden ve gerçeklikten  uzak, bir çizgi filmdeki kötü karaktermiş gibi düşünüp kendimi rahatlatmaya çalışmak hakkım bence. Tipi gözümün önünde şu an. Rengi mor, tacı bataklık yeşili, gözleri kocaman ve kötücül, dişlerinin hepsi çürük, kolları upuzun ve dünyada istediği yere sadece hooop elini uzatıp ortamı zehre buluyor. 

Ülkemizdeki vaka açıklamasının yapıldığı gecenin ertesi günü itibariyle marketlerde raflar boşaldı, kolonyacılar 1'i 5 yaparak zengin oldu, eczaneler tüm stoklarını bir anda tüketti ama görebildiğim kadarıyla herkes sokaklarda, dolmuşlarda, daha üç dakika önce "Arkadaşlar sakin olun, her teneffüs ellerinizi yıkayın, azıcık birbirinizden uzak oturun, mendili kullanınca atın," diye kamu spotu hizmeti gördüğümüz sınıflarda falan ortalığa hapşurup tıksırmaya devam etti. Sonra biz o öğrencilerimizin o ellerle yazdığı kağıtları, sınavları toplayıp eve getirdik, ama olsun. 

İnsanların hem bu kadar (bir yere kadar haklı sebeplerden) korkup hem de en temel şeyleri kendilerinin uygulamaması gerçekten çok ilginç. Yıllardır her kış televizyonlarda bar bar bağırılarak yapılan uyarılardan biri olan mendile ya da kolun içine hapşurma ilkesini uygularsak o kıyafetle eve gideceğiz, mazallah bizde kalır mor canavar. Başkasına geçebilir ama, onda sorun yok. O yüzden daha iki saniye önce coronadan korkalım, sonra ortalığa hapşıralım, sıkıntı yok.

Nel 2017 Asterix e Obelix si battevano contro il condottiero «Coronavirus»


Yukarıdaki görsel, René Goscinny’nin yazıp Albert Uderzo’nun çizdiği çizgi roman serisi Astérix le Gaulois'nın "Asterix and the Chariot Race" adlı 2017 tarihli sayısından ve bazı "haber" siteleri bu fotoğrafı paylaşarak "Flaş flaş flaş! 3 yıl önce tahmin etmişler!" gibi başlıklar atmışlar. Şaka gibi. Ama canım  ülkemiz zaten hemen her şeyiyle bir şaka değil mi?

Çizimdeki emoji suratlı sarı maskeli kişi, at arabasıyla yarışanlardan biri olan Romalı Coronavirus. Gerçek adı Testus Terone (mesela ben de bir feminist olarak buradan "Erkekler virüstür" çıkarımını mı yapmalıyım, sorarım size a dostlar?! Çıkarım dediğimiz şey bu kadar desteksiz, dayanaksız, rastgele ve absürd bir şey midir?) 

Neyse, rahat olun. Hikayenin devamında Romalı Coronavirus, yardımcı sürücüsü hile yaptığı için yarıştan çekilmek zorunda kalmış ve yerine Jül Sezar geçmiş. 

Komik memleketiz. Neyse ki öyleyiz de, şu gerilimli günlerde gülecek şeyler bulabiliyoruz.

Haydi sağlıcakla!



Keçi Gözünü Açınca

İnsanın içinde esen rüzgarlar durulup ortalık sakinleşince, gerçek olanla olmayan ortaya dökülüveriyor. Nelere boşuna üzülmüşsün, kimlere gereğinden fazla hürmet etmişsin, kafanı onca yorduğun günler, geceler meğer nasıl da kendinden, huzurundan çalmışsın, görüveriyorsun.

Bende maalesef biraz geç düşüyor bu jeton. Birine çok kıymet verdiğimde, beni içten içe üzen davranışlarını, söylemlerini uzunca görmezden gelebiliyorum. Bu seneler bile sürebiliyor, ilginç. Oğlaklık inadı ve sabrı mıdır, yoksa doğrudan gerzeklik mi, bilemiyorum. Belki kendiliğinden fark edip kendine gelir, haksızlık ettiğini görür, uyanır diye bir umut? 

Ama genelde öyle değil, şöyle oluyor: benim sıtkım sıyrılıyor ve içimdeki o dalgaları ve rüzgarı susturan bir "eeeeeh yeter be" sesi yükseliveriyor. Bu sesin gelişine izin vermem uzun zamana yayıldığı için zaten çıkmaya hazır bekliyor bir yerlerde galiba. Ve bir kez çıktı mı, yeni gelen sessizliğin içinde o kişinin gerçeğini nihayet tüm netliğiyle görmeye başlıyorum. Kalbim sakinliyor, zihnim onun için ördüğü ağlardan kurtuluyor ve uzun, derin bir uykudan pırıl pırıl bir sabaha uyanmış gibi oluyorum. Bir anda. Uzun süren bir mücadelenin sonunda, aydınlığı getiren tek, minicik bir an.

Normalde de kimseye eyvallahım yoktur, ama hele böyle bir sürece maruz kaldıysam, hiç eyvallahım kalmıyor.

Ve tam da o noktada karşıdakinin tavrı, tarzı, davranışı, söylemleri değişmeye başlıyor. Çok ilginç değil mi?

Geçmiş olsun diyorum içimden, ve bana değersiz hissettirdiği anlar için onu, buna izin verdiğim için de kendimi affedip, yoluma devam ediyorum.

Kafayı Yememek İçin Sanat






Bazen bir parçaya takılıp kalıyorum, son birkaç gündür de bu aldı nasibini. Kulağımda ya da bilgisayarda çalmadığında bile içimde çalmaya devam ediyor. Ne niyetle, kime yazılmıştır, bestelenmiştir bilmeden, sadece bende yarattığı hisle dinliyorum. Sanat bu. Kendin için yaptığın şeyin, hiç bilmediğin bir anda hiç tanımadığın ve tanımayacağın kişilere ulaşması ve onda sendekilerden bağımsız hisler yaratması. Seviyorum. Çok.

Marina Abramović and Ulay reunite at New York’s MoMA for the former’s The Artist is Present, 2010. Courtesy: Youtube; MoMA, New York; Fair Use





Marina Abramović and Ulay reunite at New York’s MoMA for the former’s The Artist is Present, 2010. Courtesy: Youtube; MoMA, New York


Ve bugün Marina Abramoviç'le birlikte tanıdığım Ulay da göçmüş gitmiş madem, ruhuma ve hayatıma dokunan tüm sanatçılara selam olsun buradan. Yerli-yabancı, kadın-erkek, müzisyen-yazar-ressam-oyuncu-heykeltıraş.. 

Yanlarına kalpler, gülücükler koya koya üçüncü kez okuduğum Yerdeniz Büyücüsü'nün yaratıcısı canım Ursula K. Le Guin'i anmadan olmaz. Her okuyuşumda başka bir şey anladığım, her satırında yazmaya dair gizleri çözmeye yaklaştığım ve yeni gizlere rastladığım:

"Dörtyaprağı her mevsimde, yaprağıyla, çiçeğiyle, köküyle, kokusundan, görünüşünden ve tohumundan tanıyacak hale gelince, o zaman gerçek ismini öğrenebilirsin; 
varlığının ne olduğunu kavradığın için. 
Bu da kullanımını bilmekten daha önemlidir. 
Sonuç olarak, sen ne işe yarıyorsun? 
Ya da ben? Gont Dağı bir işe yarar mı? 
Ya da Açık Deniz?.. 
Duyabilmek için susmak gerekir."

(Çeviren: Çiğdem Erdal İpek, Metis Yayınları)

Dosya:Yerdeniz harita.jpg