Değişime Direnmek, Dirensen de Değişmek









Scientists clearly warn that climate change will not only destroy the tourism industry,  but also the people and the land where they live.
Taoizm'in kurucusu olarak kabul edilen Lao Tzu, yaşamı "doğal ve kendiliğinden meydana gelen bir değişimler dizisi" şeklinde tanımlar. Ve der ki, "Değişime direnmeyin; bu sadece acı verir. İzin verin, gerçek olan neyse o olsun. İzin verin, olaylar doğal bir şekilde gitmek istedikleri yöne doğru aksın."

Değişim dendiğinde ilk akla gelen, bedensel, ruhsal ve zihinsel olarak bizim etkin çaba ve kararlılığımızı gerektiren, güç ve enerji vakfetmeden meydana gelemeyecek yenilikler belki. Kilo vermek, daha çok kitap okumak, daha az televizyon izlemek, düzenli bir yoga pratiği oturtmak, sigarayı bırakmak, daha sakin bir insan olmak.. Halbuki değişim hayatın her aşamasında, her saniyesinde doğal olarak var olan bir şey ve farkındaysak da, değilsek de bizi etkiliyor. 

Daha bu hayata düştüğümüz an başlıyor değişimimiz. Anne karnında yumurtadan embriyoya, sonra yavaş yavaş (aslında görece hızla) parmağını emen, o güvenli sıvının içinde memnuniyetle gülümseyen bir bebeğe dönüşüyoruz. Bu dönüşüm için ne annemiz bir çaba gösteriyor ne de biz. Elbette anne daha iyi beslenmeye, belki günlük tercihlerini değiştirmeye başlıyor; ama o bunları yapmasa da bir şekilde büyüyor bebek. Bazen anne adaylarına çok uzun ve yavaş gelen o dokuz aylık süre aslında insanoğlunun en hızlı büyüdüğü dönem. Ve oğlumun bu aralar okuduğu kitaptan bana aktardığına göre, eğer doğduktan sonra da bu hızla büyümeye devam etseymişiz, bir yaşına geldiğimizde 1.5 km uzunluğunda olurmuşuz! 

                    how a butterfly is formed ile ilgili görsel sonucu


Yani doğadaki doğal değişimlerin hepsi son derece iyi planlanmış, hesaplanmış, ne zaman başlaması ve sona ermesi gerektiği belirlenmiş şekilde. İnancınız - Tanrı'ya, Yaratılış'a, Darwin'e, Kozmik Düzen'e, Doğa'ya vs. -  her ne olursa olsun, çok büyük, girift ve sistematik bir doğal düzen içine doğduğumuz ortada. Ne zaman ana rahmine düşüp hangi koşullarda düşemeyeceğimiz, ne zaman doğacak duruma geldiğimiz, anne sütünün hangi ayda bebeğin hangi ihtiyaçlarına göre oluşacağı, dişlerin ne zaman çıkacağı, ne zaman döküleceği, hangi yaş aralıklarında bedenimizde ne gibi değişiklikler olacağı (kişisel farklılıklar hariç) aşağı yukarı belli. 

Aynı şekilde, hangi ağaçların yapraklarının hiç dökülmeyeceği, hangi diğerlerinin yapraklarını ne zaman döküp ne zaman çiçeklenip meyve vereceği, bir dalganın maksimum ne kadar yükseldikten sonra düşeceği, bir hayvanın derisi değişecekse bunun ne zaman olacağı, karın eriyince suya dönüşeceği, suyun ısınınca buharlaşacağı, her sabah yüzümüzü Güneş'e döneceğimiz ve hemen her gece Ay'ı görebileceğimiz.. hepsi doğal olarak belirlenmiş durumda.

Yani biz de doğanın bir parçası ve "doğal olarak" sürekli değişen bir elemanıyken, kendimizi "farklı" ilan edip doğaya, "doğamıza", müdahale etme hakkı görmüşüz kendimizde.. Etmemiş olsaydık, daha iyi işleyen bir sistemin içinde olur muyduk? Muhtemelen. 

Vakti gelmeyen meyveyi dalından koparmasaydık mesela, ya da ağaçları kesmeyip kendi oksijenimizi baltalamasaydık, muhteşem sanayi devrimimizle havayı, suları, doğayı kirletip haddinden fazla ısıtmasaydık, bir ağacın yaşını gösteren halkaları gibi yaşanmışlığımızı gösteren yüz çizgilerimizi botoksla gerdirmeseydik.. meseydik, masaydık..

Ve bu kadar şeyi yapıp, doğal olanı da böylesine azim ve ısrarla el birliğiyle bozarken, asıl değiştirmemiz gereken, bize bağlı olan şeylere sıra geldiğinde üşenmemiz, umursamamamız, hiçbir sorun yokmuş ya da varsa da kendi kendine geçecekmiş gibi beklememiz..? Saf mıyız acaba yoksa çok mu cin gibi?


Yoga derslerinde, yoganın babası olarak anılan ve yogayla ilgili bilgileri ilk kez yazılı halde bir araya getirmiş olan Patanjali'nin Sutraları'nda bahsi geçen Santosha diye bir kavram duyarız sıkça. Santosha Sanskrit dilinde "tam/bütün" anlamına gelen sam sözcüğü ile "memnuniyet/kabulleniş" demek olan tosha sözcüklerinden meydana gelmiş. Yani "tam bir kabulleniş ve memnuniyet hali" diyebiliriz sanırım. Zor ya da sıkıcı bir anın içinde bile olsanız şikayet etmeden, memnuniyetle kalabilme hali.  Bizim için bu "şükür" kavramıyla çok yakın gibi geliyor bana. Mutluluğunuzu dışarıdan herhangi bir etkene bağlamayıp, kendi kendinize, o an olduğunuz ya da olamadığınız halinizle, yargılamadan ve daha fazlasını beklemeden mutlu olabilme hali.

Tibet'in ruhsal lideri 40. Dalai Lama'ya göre, "Mutluluğu aramanın ilk adımı öğrenmektir. Öncelikle bizim için olumsuz duyguların ne kadar zararlı ve olumlu duyguların da ne kadar yararlı olduklarını öğrenmeliyiz. Bunların sadece kişisel anlamda değil, toplumlar ve dünyamızın geleceği açısından da zarar ve faydalarını  anlamalıyız. Anladığımızda, durum ne kadar zor olursa olsun olumlu duyguları benimsemeye, geliştirmeye ve artırmaya karar vermeye başlarız." (Mutluluk Sanatı - Klan Yayınları)

Doğal olanı - değişimleriyle birlikte - önce fark, sonra kabul edip zorla ve bencilce değiştirmeyi bıraktığımızda, değişim o kadar da sancılı olmayacaktır belki. 

Nihayetinde, Gregor Samsa'nın bir sabah kendini beklenmedik şekilde devasa bir böceğe dönüşmüş olarak bulması, yazarın hayalgücüne yansıyan bunalmışlığının ötesinde, belki de artık insanoğlunun kendi doğasına aykırı yaşamasına doğanın yüce güçlerinin bilinçli bir müdahalesidir. Kafka'nın eserini anlatırken kullandığı ifadeler de bu fikri destekler gibidir: 

 “Herkes, beraberinde taşıdığı bir parmaklığın ardında yaşıyor. Şimdi hayvanlarla ilgili bunca şey yazılmasının nedeni de bu. Özgür ve doğal bir yaşama duyulan özlemin ifadesi. Oysa insanlar için doğal yaşam, insanca yaşamdır. Ama bunu anlamıyorlar. Anlamak istemiyorlar. İnsan gibi yaşamak çok güç, o nedenle hiç olmazsa kurgusal düzeyde bundan kurtulma isteği var... Hayvana geri dönülüyor. Böylesi, insanca yaşamaktan çok daha kolay.”


                             Metamorphosis

Fotoğraf "Opera Australia"nın opera.org.au sitesinden alınmıştır.







Dip Köşe Toz Tutunca

sea water architecture golden color peace buddhist buddhism religion asia ancient measure extreme sport jewelry thailand spiritual sculpture tour background meditation gold boating faith buddha culture worship cleaning sacred bangkok oriental soul the symbol novice the format the scene to the east quiet and peaceful a blessing the lord relaxing holiday an unforgettablePublic Domain

Ev işleriyle aram hiçbir zaman harika olmadı. Elektrik süpürgesinin sesinden, ağırlığından, beni gitmek istediğim yönden başka yerlere çekmeye çalışmasından hiçbir zaman hoşlanmadım. Hemen arkasından gelmesi gereken yer silme olayı da pek bana göre değil. Evin bu işler bittikten sonraki halini ne kadar seversem seveyim, süreç devam ederken çok neşeli bir insan olduğumu söyleyemeyeceğim. 

Toz almak desen.. dipsiz kuyu. Eşya üstüne eşya yığdığımız, kitap üzerine kitap koyduğumuz, ıvır zıvırdan geçilmeyen "modern" evlerimizde antik Çin işkencesi gibi bir şey benim için toz almak. Halbuki uzundur unuttuğun bir köşenin tozunu almak için bezi zemine değdirdiğin an meydana gelen renk değişikliği, parlaklık nasıl güzel görünür insana. Tozu alınmış/alınmamış yerler arasındaki farkın bende yarattığı his üzerine bile koca bir yazı yazabilirim. O kadar rahatlatıcı yani..

clean your mind

Ama o bezi ıslatıp o ıvır zıvırın içine dalma sürecine başlamak.. Zul.. Sonucunun ne kadar ferahlatıcı olduğunu bilmek bile süreci daha acısız kılamıyor bazen.

Cam silmek ya da perde yıkamak gibi evin çehresini, ışığını değiştiren ulvi işlere hiç girmiyorum bile. Bu işleri düzenli yapanlar başka bir gezegenden falan süper güç veren bir gaz alıyor olmalılar; benim zor, tüp falan anca..

Bulaşık ve ütü meselesine gelince biraz durup düşünüyorum. Bulaşık yıkamayı seviyorum ben. Suyun ellerimin arasından hiç çabasız akıp gitmesini, şırıltısını, deterjan köpüklerinin dünyanın kötülüklerine karşı savaşan hoşgörülü, şefkatli pasif direnişçiler gibi bardaklardaki lekeleri yumuşak bir şekilde çıkarmasını, her şey yıkandıktan sonra süngerin tezgahta kalan lekelere de tek tek değip onları yok etmesini..seviyorum. 

Ve ütü.. Aslında seviyor falan değilim ütü yapmayı. İtinayla kaçındığım son derece sıcak bir iş kendisi. Ancak ne kadar hoşlanmıyorum desem de, ütü yaparken kafamın içinde benim için o sıralar sorun olan ne varsa bunların önce bir hizaya girdiğini, sonra yavaş yavaş çözüldüklerini ve ütü bittiğinde çoğunlukla kafamın içinin de ütülenmiş gibi kırışıksız ve düzgün olduğunu fark ettim uzun zaman önce.. Nedenini tam bilemiyorum, uzun yürüyüşlerde de aynı etki oluyor. Sanki o çamaşır dağı ufalıp karşımda düz bir ova gibi uzanmaya başladıkça zihnimin içinde yükselttiğim dağlar da daha aşılabilir hale geliyor. Tabii bu yazıyı yazmak için ütü yapmayı savsaklamış olmam ayrı mesele..
cleaning the mind ile ilgili görsel sonucu

Yoga hocalarının sık kullandığı bir benzetmedir iç-dış temizlik ikilisi. Ve derler ki temizlik bir sefere mahsus değildir. Yani yoga yapmaya başladınız ve zihniniz biraz sakinleşti, ruhunuz azıcık dinlenir gibi oldu diye bu hep böyle devam edecek değil. Maalesef. Aynı evinizi ister üstünkörü, ister dip-köşe temizleyin, ertesi hafta yine temizlenmesi gerektiği gibi. Bir kere yemek pişirip ömür boyu o yemeği yiyemediğiniz gibi. Depoyu tamamen doldursanız da, bir süre sonra yine benzin almanız gerekmesi gibi. Gibi de gibi.

Hayatta her şey tamamlayıcısıyla birlikte var oluyor. Hiçbir şey kirlenmese temizleme ihtiyacı da olmazdı, değil mi? Ya da sabah güneş doğmayacak olsa karanlık diye bir kavram, iyiliği tatmamış olsak kötülük diye bir şey, birini çok sevmesek ondan kaynaklı bir acı çekme ihtimalimiz olmazdı.

Başlıca yaşama sebebimiz olan nefesi bile alabilmek için önce bırakmamız gerekiyor. 

Bırakacaksın ki alacaksın; soğuk olacak ki yazı, sıcak olacak ki kışı özleyeceksin. Çayın bitecek ki yeni bir tane koyabileceksin şöyle demlisinden..

Spring Blossom Sunshine


İçin karardığında sabırla, şefkatle arındıracaksın kendini. Kirlendi diye bir tabağı nasıl çöpe atmıyorsan, toz tuttu diye bir kitabın değerinden yitirdiğini nasıl düşünmüyorsan, saçın yağlandığında nasıl gidip kökten kazıtmıyorsan, zihnin, ruhun ve kalbin bazen kirlendiğinde de kestirip atma kendini. Seni arındıracak olan her neyse için bilir zaten. 

Bazen müzik, bazen yoga, bazen bulaşık yıkamak, bazen sevdiğin birine sarılmak, bazen avazın çıktığı kadar şarkı söylemek, bazense sadece sessizce oturup beklemek.

Özgür Ruhlar ve Öğrettikleri

1789299_orig
~William Arthur Ward ~

Bugün okumam gereken çok kağıt olduğu için hemen her hafta düzenli olarak gittiğim yoga dersine gidemedim. Aklım orada. Hatta bedenen o dersi şu an yapmıyor olsam da ruhum bu yazıyı yazarak yoga yapıyor gibi. Küçük özgür ruhum. Jivanmukta'm.

Jivamukti dersinden bahsedildiğini ilk duyduğumda yoga pratiğim çok düzenli değildi ve hocama "Herkes çok anlatıyor; sizce şu an girebilir miyim bu derse?" diyip "Birkaç ay bekle," cevabını aldığımda hafif bir burukluk olsa da, o ayın eninde sonunda geleceğini bildiğimden çok da üzülmemiştim. Ve vakti gelip ilk Jivamukti dersine girdiğimde, dersin büyük bir kısmında hem nefessiz kaldığım hem de bedenim "Bıraaak, duuur, yapmaaa" diye bas bas bağırdığı için bırakıp izlemek zorunda kaldım. Hocamın gözleri arada üstümde geziniyor, ama ağzı hiç müdahale etmiyordu perişan halime. Bir bildiği vardı muhakkak. Yoksa ruhumu teslim etmek üzere olduğumu görmüyor olamazdı..

Hep çok inandım buna. İşini iyi yapan öğretmenlerin bir bildikleri olduğu için bazı şeyleri yaptıklarına/söylediklerine. Ve bazı şeyleri ise yine bu sebepten hiç yapmayıp hiç dillendirmediklerine. Sen kendin bulabil diye cevabı.


White Lotus Photograph by Hoi Ngan Chan
            White Lotus is a photograph by Hoi Ngan Chan which was uploaded on March 14th, 2013.

Ne şanslıyım ki kendi acemi ev pratiğimden çıkıp stüdyo matları arasına karıştığımda sonradan adeta başöğretmenlerim olan o iki kadınla kesişti yolum: Birbirinden pek çok açıdan çok farklı, ama ikisi de işinin ehli, aktardıkları bilgiyi inanılmaz derecede özümsemiş oldukları için su gibi akıtan, konuşmaya başladıklarında sonsuza kadar dinleyebileceğim iki adanmış ruh. Yoga yolunun getirdiği açılımlar karşısında zorlandığımda elimden tutan, sırtımı sıvazlayan, bitmeyen sorularımı sabırla dinleyen, bazen de uçurumdan aşağı itiliyormuşum gibi hissettirip aslında uçabildiğimi görmemi sağlayan.

Hangi konuya ilgi duyarsanız duyun, eğer sadece kendi çabanızla uzun zamanda öğrenme yoluna gitmeyecekseniz, iyi bir rehber süreci epey hızlandırıyor. Kolaylaştırıyor diyemiyorum, çünkü gerçekten karşınızdakinin bilgisine, deneyimine, yaptığı işe olan bağlılığına ve size karşı duyduğu sorumluluk duygusuna inanıp kendinizi onun ellerine bıraktığınızda, başka bir deyişle kendinizi tüm güçlü ve zayıf yönlerinizle ona açıp teslim olduğunuzda, iyi bir öğretmen zorlayacaktır sizi. Daha ileri bir seviyeye gelmek önemli ya da şart olduğu için değil; siz bir arayışta olduğunuz ve karşınızdakinin o apaçık ve deneyimlerle yoğrulmuş algısına "bir arayışın içindeyim; bana yardım et" sinyalleri yolladığınız için.




Çocukluğumdan beri yoluma ışık tutan, beni kah pışpışlayan kah zorlayan ama illa ki hep kendimin ötesini görmemi sağlayan, onlara akmış olan bilgiyi bonkörce benimle/bizimle paylaşan, derste öğrencisini kendinden önde tutan ve ruhuma dokunan tüm öğretmenlerime selam olsun buradan. 

Bu yazıdan haberleri olmasa, kimbilir belki adımı unutmuş olsalar, ve hatta bazıları fiziken artık bu dünyada olmasalar bile.. 

Sesiniz sesim, sözünüz sözüm. 

Teşekkür ederim..🙏 


Yazmasaydım, Yazamazdım

                                       


Haruki Murakami'nin Koşmasaydım Yazamazdım adlı deneme/anı kitabına gidiyor bu aralar aklım. 2-3 yıl önce yutarak okumuş, bazı yerlerinde (zaten pek sık sönmeyen) feminist damarım kabarmış ve adama sinir olmuş, ama çoğu yerinde hayranlık duymaktan alamamıştım kendimi. 

Murakami altmış dokuz yaşında. Babamdan altı yaş küçük, annemden bir yaş büyük. Başka bir dönemin insanı yani. Düzenin, disiplinin, kuralların hala önemli sayıldığı ve kıymet gördüğü, katılık değil, uzun vadede fayda sağlayan şeyler olarak düşünüldüğü bir dönemin. Tabii disiplinin, katılığın ve azmin sembolü olan Oğlak burcundan olduğunu da söyleyeyim ki bana da pay çıksın..

1982 yılında, yani 36 yaşındayken başlamış koşmaya. Her yıl en az bir tam maraton ve dünyanın çeşitli yerlerinde sayısız kısalı uzunlu yarış. Diyor ki, "Ben koşarken, yalnızca koşarım. Bir boşluğun içerisinde koşarım. Ters yönde bir ifade kullanmak gerekirse, boşluğu yakalayabilmek için koşuyorumdur belki de. Bu boşluğun içerisine bile, kopuk kopuk düşünceler doğallıkla süzülebilir. Çok normal. İnsanın yüreğinde gerçek bir boşluk var olamaz. İnsanın ruhu mutlak bir boşluğu kaldıracak ölçüde güçlü olmadığı gibi, tekdüze bir yapıya da sahip değildir. Yine de, koşarken ruhuma süzülen bu tür düşünceler (ani fikirler) nihayetinde boşluğun yan ürünlerinden öteye geçmez. Bunlar içeriklerin çevresinde değil, boşluk ekseninde oluşmuş düşüncelerdir."

Yogada çok konuştuğumuz şeyler boşluk, anda kalmak, yer açmak. Ve yoganın asanadan (poz/duruş) ibaret olmadığı. Ve işte Murakami de belli ki kendi yogasını koşuda bulmuş. 

Benim yoga ve/veya meditasyon yapmadığım zamanlardaki yogam ne, diye düşündüm. Koşarken yanaklarım zıpladığı için koşmak değil, o kesin.. Yürümek, bazen sadece sessizce oturmak, oğlumu ya da kedimi uzun uzun seyretmek ve kimi zaman da, aslında içi dopdolu bir eylem olsa da, kafa boşaltmak için yazmak.

Evet, yazmak için kafayı boşaltmak, özellikle kendinle ilgili yargılardan ve kısıtlamalardan olabildiğince sıyrılmak gerekiyor; ama bazen de asıl yazmak istediğine geçmeden önce, hiç düşünmeden çalakalem yazmak bu boşluğu sağlıyor işte. Dillendiremediklerini, konuşunca yorulacağın, kırılacağın ya da muhtemelen yanlış anlaşılacağın için yüksek sesle söylememeyi seçtiğin şeyleri kağıda ya da bilgisayar ekranına anlatınca, asıl yazmak istediğine yer açılıyor bünyede.

Yeni bir şey yaratmak için, önce kendinden kurtulman gerekiyor kısacası. Kafanda, kalbinde, ruhunda kopan fırtınaların kendilerini ortaya koymasına izin verip sonrasında meydana gelen sessizliğin ve boşluğun içinde beliren tomurcuklara, filizlere yer açmak.


Köprü


Landscape Metal Print featuring the photograph Rusty Old Bridge by Jessica Dobbs
Rusty Old Bridge is a photograph by Jessica Dobbs which was uploaded on August 21st, 2013.


1999 Nisan'ında başlamıştım öğretmenliğe.. Şaka maka 19 yıl olmuş; inanılır gibi değil.

Hep kendime anlatır gibi; en çok kendi anladığım şekilde ama mutlaka başka açılardan da bakmaya çalışarak. Hep merakla ve öğretmek kadar öğrenmeye de aç şekilde.

Bende olanı aktarmaktan keyif alarak; her seferinde sorgulayarak; bazen bildiğimi sandığım şeyi yeniden öğrenerek.

Söylenerek, kızarak, kafa ütüleyerek, gülerek, somurtarak, geyik yaparak, aşırı ciddileşip bayarak, kahkaha atarak, kah istemeden kalp kırıp kah kendim kırılarak, ama istisnasız hep karşımdakilere çok değer vererek..

Yoga eğitmenliği yapmaya başlamam asıl mesleğime kıyasla epey yeni, ama verdiğim her ders sonrası fark ediyorum ki ruh aynı. İçinize aktarma perisi kaçmışsa doğuştan, sanki o misyonla gelmiş gibiyseniz bu hayata, size bilgi ve deneyim olarak geleni iletmeden duramıyorsunuz. 

Ve anlattığınız ister yoga olsun, ister İngilizce, ister nasıl yemek pişirilir, siz aşk ve samimiyetle yaptığınız, karşıdaki de almaya hazır olduğu sürece, şifasıyla, tüm netliğiyle ve bilginin kendi bilgeliğiyle akıp gidiyor ve ulaşması gereken yere mutlaka ulaşıyor. 

Öğretmen bir köprü aslında sadece. Bir yerden bir yere daha güvenli gitme yolu, o kadar. Pes edip yarı yolda bırakanlar, bir kez geçip bir daha yolunun asla oraya düşmemesini umanlar, köprünün ortasında durup aşağıda akan suya dalıp giden ve yolu unutanlar ya da yol devam ederken istediğinin bu olmadığını fark edip yeni yol arayışına girenler. Hepsini misafir ediyor köprüler; yıllar boyunca, eskiyerek, yıpranarak ama yine de sapasağlam ve geçen yıllar boyunca her taşında deneyimin izleri kalarak.

Bir nedenden yolun, nehrin, uçurumun karşısına geçmek isteyenler için birer rehberiz. İletken, araç, kısayol, aktarıcı ve kanalız.

Hepsi o kadar. 

Yıllardır süregelen eski köprü sevdam bundan mıymış acaba? Kendimi bulmak, kabul etmek, sevmek ve nihayetinde aşıp geçmek için..

Boşluk



Rutinin, koşturmacanın, her gün sırası bile değişmeyecek şekilde tekrar eden işlerinin arasında ufacık da olsa bir an sana kaldığında ne yapıyorsun? Beklenmedik bir randevu iptali olduğunda, dolmuşu kıl payı kaçırıp bir sonrakini beklemen gerektiğinde, buluşacağın biri geciktiğinde, sabah alarm çalmadan birkaç dakika önce gözlerin açılıverdiğinde ya da uçuşun ertelenip de havaalanında saatlerce beklemek zorunda kaldığında?

En yoğun koşturmacaya sahip insan bile bu tür "boşluklarla" karşılaşır aslında. Neredeyse her gün. Belki günde birkaç kez. Ancak boşluğu fark edebilmek bir meziyetse, bu farkındalığı kendine iyi gelmek için kullanabilmek de bunun bir sonraki aşaması galiba. Tabii bunun için "boşluğu" önce kabul etmemiz, sonra içine girmek için kendimize fırsat vermemiz ve son olarak da tadına varmayı öğrenmemiz gerekiyor. 

Halbuki biz koşmaya alışığız. Ne kadar çok işimiz varsa o kadar çok anlatacak - ve aslında şikayet edecek - şeyimiz var. Ne kadar yoğunsak, o kadar "dolu" hayatlarımız var. Hiçbir şeye vakit bulamamak, oradan oraya koşturmak, hiç zamanımız olmaması yeni çağa ait bir övünç sebebi olmuş neredeyse.

Halbuki "aslolduğumuz" anlar o boşluk anları. Kendimize dönüp bakabildiğimiz. Dışarıdaki her şeyi boşverip içeride neler olup bitiyor görme şansı yakaladığımız. Nefes alıp verdiğimizi fark ettiğimiz, öten kuşu, esen rüzgarı o gün belki ilk kez duyabildiğimiz.

Ve Tao felsefesinin kurucusu olduğu söylenen iki kişiden biri olan efsanevi Lao Tzu'dan ufak bir alıntı:

Evren bir körük gibidir;
hep boş olmasına rağmen soluğu hiç tükenmez.
Üfleyecek bir nefesi hep vardır ve her zaman devamı gelir.

İnsan ise böyle değildir; 
bir körük gibi hava üflerse
sonunda nefes nefese kalır; tükenir.
İnsan hava üflemek için yaratılmamıştır; 
o sükunet içinde oturup
kendi içindeki hakikati keşfetmek için 
yaratılmıştır.

. . .

Kendini tamamen boşalt.
Zihninin huzursuzluğunu dindir.
Ancak o takdirde her şeyin boşluktan ortaya 
çıkarak
meydana geldiğine şahit olursun.

~o~




Nefes

Görsel sonucu
Breath of Providence | Matted Paper Print | Dimitra Milan – Dimitra Milan Prints


Müziği kapattım. Fokurdayan çayın altını da. Çamaşır makinesi, bulaşık makinesi, televizyon.. hepsi kapalı. Buzdolabı çalışıyor mecburen, ama o da kendi ritminde ve çok dikkat çekmeden. Dışarıdan ne olduğunu anlayamadım bir uğultu, arada korna sesleri ve belli belirsiz insan konuşmaları geliyor. Bir de bunları yazarken klavyeden çıkan tıkırtılar. O kadar.

Onun dışında her şey sessiz. Ben. Kedi. Masaya yaydığım kitap ve defterler. Eşyalar. Bardağımda soğumaya yüz tutan çay. Okunmayı bekleyen kağıtlar. Yazılmayı bekleyen roman. 

Nefesimizin doğal akışını net bir şekilde duyabildiğimiz anlar, sessiz kaldığımız anlar. Öfkeden kesik kesik olduğunda, sevinçten hızlandığında ya da panikten daraldığında nefesin kendinden çok hissiyatına tanık oluyoruz sanki. Halbuki sessiz ve tepkisiz şekilde durduğumuz anlarda, doğal haliyle nefesi hem hissediyor, hem duyuyor hem de yaşıyoruz. 

Bizi yaşama bağlayan ve orada tutan şey nefes. Peki biz bu incecik ama çok kıymetli ipliğe ne kadar iyi bakıyoruz? Onu günde kaç kez geriyor, kesiyor, tutuyor ya da dalgalandırıyoruz?

Hiç çaba sarf etmeden, doğal olarak yaptığın, uykunda bile seni yarı yolda bırakmayan ve seni böylesine hayata bağlayan başka kaç şey var nefes almanın dışında? 

Çabasız hali bile böylesine güçlüyken, bir de bilinçli nefes alıp verdiğinizde olabilecekleri düşünsenize..

~

"Feelings come and go like clouds in a windy sky. Conscious breathing is my anchor."

Thich Nhat Hanh - Stepping into Freedom: Rules of Monastic Practice for Novices





Aslolan Sabırla Bekler




Bu aralar neyi neden istediğimle ilgili düşünceler uçuşuyor kafamda. İstemek başlı başına bir durum zaten. Neden hep bir şeyler isteriz? Okumadığımız onca kitap varken yenilerini, adam gibi vakit ayır(a)madığımız dostlarımız, hatta aile fertlerimiz varken bize pek de bir şey katmayan sosyalleşme çabaları, karnımız tokken o gofreti, koltuk altlarımıza doldurduklarımız yetmezmiş gibi yeni karpuzları.. Hayır demek neden bu kadar zor? Ve olur da hayır diyebilmişsek bile neden aklımız hala orada kalır? Var olanla yetinip olanı gerçekten dibine kadar deneyimlediğimiz tek bir günümüz geçiyor mu acaba?

İstediğimiz şeyler ne için? Bir kitap daha okumak, bir eğitime daha yazılmak, bir tanesiyle yetinmeyip günde iki yoga dersine girmek, bir fincan kahveyle kalp çarpıntısı geçirirken üzerine iki tane daha içmek, sevilmekle yetinmeyip bunu sürekli duymak/görmek istemek.. Uzar gider bu liste. Peki, enerjimizi gerçekte ihtiyacımız olmayan şeyleri istemeye ve elde etmeye harcadığımızda, aslında ruhumuzun yönelmek için can attığı o "asıl" şeylere gücümüz kalır mı? Hani o yıllardır aklınızda olan, hep yapmak için yanıp tutuştuğunuz, düşününce kalbinizi ısıtan, yüzünüzü güldüren, her ne yaparsanız yapın dönüp dolaşıp geldiğiniz o "asıl" şeylere?

Kendimi bildim bileli yazıyorum. Yazı yazmayı öğrendiğim günden beri yani. Günlükler, çocukça şiir denemeleri, başka hayatları anlamaya çalıştığım öyküler, dostlara yazılan mektuplar, blog yazıları, çevirilerle yeniden yaratılan dünyalar, defter sayfalarında ve bilgisayar belleklerinde kahramanlarını kaderlerine terk edip gittiğim iki koca roman ve onlarca öykü. 

Ve yine kendimi bildim bileli, yazamıyorum. Hayatımın hangi döneminde olursam olayım, ne yaşarsam, neyle meşgul olursam olayım hep dönüp geldiğim yer o defterler.. "Dönüp gelme" ifadesini burada gerçek anlamıyla kullanıyorum. Hiç kesintiye uğramıyor aslında yazmak benim için. Hep bir sarmal, içinde dönüp durduğum.. Kimi zaman canımı yakan, sarsan, kimi zamansa huzur veren, ama hep kalbimde, aklımda, ruhumda dolanan bir hortum gibi. 

Kendimi "Olmuyor bu iş, yeterince istemiyorsun demek," diyerek oyaladığım zamanlarda bile çok net biliyorum ki dönüp dolaşıp geleceğim yer hep içimdeki o yazı odası. 

Çoğu zaman fazla aydınlık bir yer değil bu oda. Loş, sessiz, huzurlu ve ıssız. Kapısı dışarıdan açılamıyor, ama bu demek değil ki içeride tamamen yalnızım. Yalnızım, doğru, sanatla uğraşan her insanoğlunun gereksinim duyduğu kadar; ama bir yandan da sağım solum dünden, bugünden ve bilmediğim başka zamanlardan ruhlarla dolu. Bazen kendi aralarında konuşuyorlar, bazen benimle, bazen de ben onlara bir şeyler soruyorum. Kavgaya tutuşuyoruz kimi zaman, ama saatlerce hiç konuşmadan durduğumuz da oluyor. Bazen saatlerce yazıyorum, bazen tek sözcük düşmüyor sayfaya/ekrana. 

Ve fark ediyorum ki ister kağıda yazayım, ister bilgisayara, ya da isterse fiziken hiçbir yazma eylemi gerçekleşmesin, o yazılar benden bağımsız yaratıyor kendini sürekli. Aslolan asla bırakmıyor seni, sen onu ihmal ya da terk etsen veya unuttuğunu sansan da. 

İstisnasız her birimiz bir şey için bu hayattayız. Buna çok inanıyorum. Ne olduğunu belki henüz keşfedemediğimiz, belki çoktan içine yerleşip yaşamaya başladığımız, ve benimki gibi durumlarda da, çok uzun zamandır güçlü hislerle farkında ve bağlı olduğumuz ama bir şekilde inkar yoluna gidip içimizde olgunlaştırmakla yetindiğimiz.

Diyeceğim o ki, senin için aslolan o şeyi ister bil, ister bilme, ister üstüne git, ister inkar et, o hep seninle.. Ve bir gün kendini oyalamak için uydurduğun o diğer şeylerin, okumadan biriktirdiğin kitapların,  birbiri ardına dizdiğin eğitimlerin, kursların, sırf vakit geçsin diye izlediğin dizilerin, kupa kupa içtiğin kahvelerin, ruhunu bastırsın diye bedenine tıkıştırdığın, kimi zaman yiyecek kimi zaman da eylem suretinde hayatına giren abur cuburların arasından sıyrılıp "seni" gerçekleştirecek. Belki ruhunda fırtınalar kopararak, belki denize karışan ırmak suları gibi kuvvetle ama çaktırmadan, ya da izin verirsen, en sevdiğin şarkı eşliğinde dans edermiş gibi neşe içinde ve keyifle..

Yolda


En son Haziran 2016'da yazıp terk etmişim burayı. Gibi görünüyor. 

Bir yere uzun süre uğramadığında, birini uzun süre görmediğinde, bir şeyi uzun süre yapmadığında o yeri, kişiyi, şeyi terk mi etmiş olursun cidden? Yoksa gitmesek de görmesek de o köy bizim köyümüz müdür?

Bilen bilir; bende sorgulama hemen hiç bitmez. İyimseri de vardır karanlık olanı da. Kimi zaman geçici, kimi zaman kalıcı sonuçlara ulaştıran, bazense içine alıp bir sarmal halinde döndürüp duran. 

Sormak iyidir aslında; hem süreci hissettirir, hem bir yere varma olasılığını doğurur, hem de zihni yeniler ve öngörmediğin başka yollar açar. Önemli olan açık olmaktır. Herhangi bir şeyle ilgili soru soruyorsan o değildir asıl cesaret; sorduğun soruya gelecek ya da gelmeyebilecek cevapları duymayı/duyamamayı göze almaktır. Karşındakinin cevabını, bilgisini, fikrini istemiyorsan, neden sorasın ki sonuçta?

Ne var ki fazla sormak da boğabilir insanı. Her şeyi, başta kendin olmak üzere herkesi, her adımı, başına gelen/gelmeyen şeyleri, ihtimalleri, bitmişleri, hiç olmamışları sürekli sorgulamak. Bilgi ya da netlik arayışı içerisinde kayboluverir insan. Sular bulanır ve ne etrafındakileri, ne kendini ne de suyun kendisini görebilir artık. 

Teslimiyet bazılarımız için daha zordur. Alışık olmadığımızdan, rahatlığını bilmeyiz, bilsek de kabul etmek istemeyiz. Savaşan bir ruhla doğmuşuzdur belki. Ya da sakin doğup içimizdeki savaşçıyla tanışmış ve onu asla pes etmemek üzere besleyip büyütmüşüzdür. Yardım istemek, talep etmek daha da zor gelir zaman içinde. Sonra belki yorulduğumuz ya da gücümüzü  çok  hissedemediğimiz bir anda, tek kelime sarf etmemize gerek kalmadan halimizi gözümüzden anlayan birileri uzatıverir elini. Bazen de biz o el oluruz ruhunda dalgalar dolaşan başkaları için.

Hepimiz aynıyız. Konuşan, susan, ağlayan, gülen, anlayan, anlamayan, kızan, affeden, kıran, kırılan.. Hepimiz aynıyız çünkü hepimiz her an deneyimleyebiliriz bunların hepsini. Bir an susmamacasına anlatıp kafa şişiren, bir sonraki an ihtiyacı olduğu için susmamacasına anlatan birini dinleyen oluveririz.

Bunu fark ettiğimiz an mıdır acaba yargılamayı bırakma ihtimalinin ufukta görünmesi? Hayatımızda olan/olmayan, ne yaşadığını bildiğimiz/bilmediğimiz herkesi eleştirip durmamızın önüne geçmemiz, karşıdakinin bize yaşattığı duyguyu gün gelip kendimiz yaşamamızdan mı geçer illa? 

Kıvrılıp giden yolun sadece gözümüzün gördüğü, ruh halimizin elverdiği ve zihnimizin o sırada algılayabildiği kadarını bilebileceğimizi, kıvrımın noktaya dönüşüp bilinmeze uzadığı yer hakkında ise ancak oraya vardığımızda yorum yapabileceğimizi öğrenmek neden bu kadar zor? Matematiksel bir formülü, bir dil kuramını, falanca enstrümanı çalmayı, filanca yemeği pişirmeyi  bilmediğimizi söylemek çok kolay da, başkasının yaşadığı deneyim(ler)i asla onun yaşadığı şekliyle bilemeyecekken sürekli eleştirmek, ona hep yolun kendi durduğumuz yerinden bakmak, ötesini görmeye bile çalışmadan kendi yolumuz bitmiş ve "olmuşuz" gibi davranmak neden? 

Sadece kendi yolumu bilebilirim. El ele yürüdüğüm, en yakınımda duranlar, eşim dostum, annem babam bile bilemez çoğu zaman; ve ben de onlarınkini bir yere kadar anlayabilirim. O yüzdendir ki "eşlik etmek"tir kıymetli olan. Yanındaki tökezlediğinde, niye tökezlediğini belki anlamasan da kızmadan, yargılamadan, alay etmeden, gereğinden fazla soru sormadan ve o istediği sürece elini tutmaya devam ederek..


Roads

I love roads:
The goddesses that dwell
Far along invisible
Are my favorite gods.
Roads go on
While we forget, and are
Forgotten like a star
That shoots and is gone.
On this earth 'tis sure
We men have not made             
Anything that doth fade
So soon, so long endure:
The hill road wet with rain
In the sun would not gleam
Like a winding stream
If we trod it not again.
They are lonely
While we sleep, lonelier
For lack of the traveller
Who is now a dream only. 
                
From dawn's twilight
And all the clouds like sheep
On the mountains of sleep
They wind into the night.
The next turn may reveal
Heaven: upon the crest
The close pine clump, at rest
Ancl black, may Hell conceal.
Often footsore, never
Yet of the road I weary,                  
Though long and steep and dreary,
As it winds on for ever.
Helen of the roads,
The mountain ways of Wales
And the Mabinogion tales,
Is one of the true gods,
Abiding in the trees,
The threes and fours so wise,
The larger companies,
That by the roadside be,
And beneath the rafter
Else uninhabited
Excepting by the dead;
And it is her laughter
At morn and night I hear
When the thrush cock sings
Bright irrelevant things,
And when the chanticleer
Calls back to their own night
Troops that make loneliness
With their light footsteps’ press,
As Helen’s own are light.
Now all roads lead to France
And heavy is the tread
Of the living; but the dead
Returning lightly dance:
Whatever the road bring
To me or take from me,
They keep me company
With their pattering,
Crowding the solitude
Of the loops over the downs,
Hushing the roar of towns
and their brief multitude.