Dünya Başına Yıkılmış, Yine Elinde Bir Kitap


“Gregorius ne zaman tereddütte kalsa yaptığı şeyi yaptı: Bir kitap alıp açtı.”

Pascal Mercier’in “Lizbon’a Gece Treni” adlı romanını okuyorum. Connie Palmen’ın “Hayatın ve Aşkın Yasaları”ndan beri okuduğum, her sayfası insanın beynini zorlayan ve durup durup cümleleri özümseme ihtiyacı hissettiren ilk kitap. Sanki benden çıkmış gibi gelen cümleleri okumak, bana ait olan hisleri bana tamamen yabancı birinin böylesine net bir şekilde dile getirmesi her zamanki gibi etkiliyor beni.

Aslına bakarsanız bir süredir bir okuyamama sürecine girmiştim. Zamansızlık, iş-güç, çoluk-çocuk yüzünden değil. Bunlar hep bahane. Kitaplar hayatında yemek-içmek-uyumak kadar yer etmiş insanlar zamansızlığı, parasızlığı, iş yoğunluğunu ya da yorgunluğu bahane etmeyecek kadar tutkundur parmaklarının arasında hareket eden sayfalara. Dönem dönem dokun(a)mıyorlarsa o âşık oldukları kitaplara, geçip gidiyorlarsa görüntüdeki kaosun içinde kendine ait bir düzene sahip rafların önünden, mutlaka başka bir sebebi vardır. Bahane olmayan bir sebep.

Mercier’in yukarıda alıntı yaptığım kitabında bir yerlerde dediği gibi: “Okuyanlar insanlar vardı, bir de ötekiler.” Çok ırkçı bir cümle gibi gelebilir ilk okunduğunda kulağa. Ama doğru. Nasıl müziğin hayatında hiç yer tutmadığı ya da tuttuğu yer bir arka fondan öteye gitmeyen insanlar varsa, kitapları da yalnızca bir eğitim aracı gibi gören, ya da öyle bile görmeyen ve ellerine aldığında cidden hiçbir şey hissetmeyebilen, ucu kıvrılmış bir sayfanın o kitaba ve bir kitapsevere verebileceği acıyı asla anlayamayacak olanlar var. Herkes aynı şeylere değer verecek diye bir şey elbette olamaz. Ama kitap ve okuma edimi söz konusu olduğunda, herkes kitaplardan keyif alırmış gibi geliyor okumadan duramayana.

Kitabı aramaya başlamakla başlar keyif. Ne aradığınızı tam olarak bilirsiniz bazen, bazense saatlerce dolanırsınız doğru kitabın karşınıza çıkacağı ümidiyle. Genellikle de çıkar. Kapak resmiyle, arka kapak yazısıyla, adıyla, dokusuyla bir şekilde gösterir kendini size. Çoğunlukla, bilinçsizce de olsa, o aralar içinde bulunduğunuz ruh haline uygun şeylere yöneleceğinizden, kitap sizi bulduğunda, ya da siz onu, iki ihtimal vardır. Ya yerine koyar, arkanızı döner ve kaçarsınız, sayfalarında bulacaklarınızın içinizdeki hallaç pamuğunu daha da karıman çorman edeceğinden korkarak, ya da içiniz pır pır da olsa yüzünüze şeytani bir gülümseme vererek kasaya yönelirsiniz; kendinizden, içinizdeki kötüden, üzgünden, sefilden, kırgından, bezginden, bencilden bir şeyler okuyacağınızı bilerek.

Okumaya başlamadan önce dokunursunuz kapağına, sayfalarına. Ve mümkünse hemen başlamazsınız. Uygun bir yer bulmak lazımdır. Uygun bir ortam. Her zaman değilse de, bulursunuz o ortamı genelde. Bir ağacın altı olabilir; bir kafenin gözlerden ırak küçük bir masası, evinizin sokağa bakan penceresinin yanındaki koltuk, işyerinizin bulunduğu yerde bir binanın ıssız arka bahçesi ya da hafif hafif esen rüzgârın uçurduğu tülün yanı başındaki yatağınızın serin çarşafları. Derin bir nefes alınır koşullar sağlandığında, vücut rahat bir pozisyona sokulur (Calvino’yu anmamak olmaz burada: ‘En rahat edeceğin konumu al: otur, uzan, kıvrıl, yat. Koltukta, divanda, sallanan sandalyede, şezlongda, pufta. Bir hamağın varsa, hamakta. Ve elbette yatakta ya da yorganın altında. Yoga duruşuyla baş aşağı bile durabilirsin…At sırtında okumayı düşünen kimse olmamış…Ayağını üzengilere takmış bir insan herhalde pek rahatça okuyabilir; ayakları yerden kesmek, okumanın tadını çıkarmanın ilk koşuludur’ – “Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu”) ve kapak aralanır.


İşte olayın can alıcı kısmı bu noktadan sonra başlar. Kitap bir kez aralandı mı, eğer yanlış bir seçim yapılmamış ya da okumayı bölecek çok acil durumlar ortaya çıkmamışsa, kişi dünyadan kopar. İşinden, gücünden, evinden, sevgilisinden, çocuğundan, memleket meselelerinden, her şeyden. Okudukça başka bir dünyanın içine girer ve o başka dünyanın içinde her nasılsa yine o işe-güce, sevgiliye, evine, çocuğuna, memleketine rastlar. Kaçmak için açmıştır kitabın kapağını, ama deneyimli bir okuyucu olarak bilincindedir kaçamayacağının. Hatta bazı kriz dönemlerinde bile isteye yakalanır bazı kitaplara. Çivi çiviyi söker belki diye. Okudukça acıtır kendini, içine döner, kabarır kabarır kabarır.. ve sonra bir şekilde çözülür. Sakinleşir, sessizleşir. Kim bilir o sırada yanından geçen kaç kişinin sorularına sonradan hatırlamayacağı cevaplar vermiştir. Bozulur bazıları onu görmediniz, duymadınız, dikkate almadınız diye. Komiktir bu. Sahnede müzik yaparken kendinden geçmiş bir müzisyene, “Ben size el salladım, ama siz kafanızı çevirdiniz,” demek gibi bir şeydir bu. Gözleri kapalıdır çoğu zaman o müzisyenin. Açık gibi görünür bazen, ama sahnede olduğu sürece kapalıdır aslında. Başka bir dünyadadır o. Kendi hayatını, kendi sorunlarını, kendi yaşam mücadelesini, hayal kırıklıklarını, sevinçlerini, kalp kırgınlıklarını hapsettiği bambaşka bir dünyadadır. Ve onun müziğini çok iyi anladığını düşünen biri bile giremez o an o dünyaya. Herkes kendi kadar dâhil olabilir başka dünyalara; asla o kişinin hissettikleriyle değil. Sanatı yapanın yarattığı dünya her ne kadar kendine ait olsa da, o sanatı seyreden, dinleyen, okuyan, yorumlayan kişilerin zihninde yeni dünyalar yaratır. Sanat bunun için de vardır. Sadece sarsmak, kırmak, bozup bozup yeniden yaratmak ve arındırmak için değil, kendimizi başkalarının gözünden görmemizi ve başka hayatlara yeni bir gözle bakabilmemizi sağlamak için.

Kitap seçilmiştir işte, bir süreliğine yeni bir hayat seçer gibi. Ve okunmaya başlamıştır, her yeni hayata başlandığında gösterilen özenle. Zaman ve öykü ilerledikçe, her hayatta olduğu gibi sayfalar yıpranmaya, kapak ezilip kırılmaya başlar. Satırların yanına notlar düşülür, bazen öfkeyle, bazen kahkahalar atarak. Nasıl ona hayatını bahşettiğini varsaydığı Tanrı’yla konuşursa insan, öyle konuşur işte elindeki kitabın yazarıyla da. Teşekkür ima eden birkaç sözcük karalar kimi zaman, onu ondan daha iyi anlattığı için; kimi zamansa söver ona, kavga eder, küser. Yok saymak ister onu bazı noktalarda. Kitap artık yazılmıştır ne de olsa ve yazarından bağımsızdır kimilerine göre. Ama bir şeyi yok saymanız için önce varlığını kabul etmeniz gerekmez mi? Ve böylece yine başlar kendi kendine gibi görünen ama aslında yazarla paylaşılan konuşmalar.

Kitabın sonuna yaklaşıldığında karışıktır duygular. Bir ilişkinin sonuna yaklaşırkenki gibidir. Ve bu da ilişkisine göre değişir tabii. Bazen gerçekten bitmesin istersiniz o kitap; öyle derin, öyle keyiflidir sizin için, acı da verse, kederlendirse de. Ama her şey gibi sonludur o da, ve sayfaları günlere bölüp ağırdan almaya da çabalasanız, biter eninde sonunda buruk bir gülümseme bırakarak yüzünüzde. Bazense mutlu olursunuz bittiğine. Bir süre gözünüze görünmesin diye alakasız bir yere koyarsınız kitaplıkta ve varlığını unutur, ya da unutmuş gibi yaparsınız. Bazen de sırf yeni bir kitaba başlayacak olmanın heyecanıdır kitabın bitmesine duyduğunuz sevincin sebebi. Daha bitmeden, son birkaç sayfadayken yeni kitabınızın nasıl bir şey olacağını merak eder ve heyecanlanırsınız. Hayaller kurarsınız onunla ilgili ve bu heyecan tazelenmiş hissetmenizi sağlar kendinizi.

Ne ki, bir şekilde biter hepsi, ve bazen tüm o heyecanınıza, hevesinize, arzunuza rağmen bulamazsınız yeni kitabınızı. Raflar arasında geceler boyu dolanır durur ve eliniz bomboş dönersiniz yatağınıza. Başucunuza yığdığınız birkaç olasılık da çekmez sizi, yıllardır başucunuza taç ettiğiniz tanıdık satırlar da. Yapayalnız kalıverirsiniz öyle, kendi hikâyenizle baş başa. Sessiz, ve uykusuz, ve huzursuz. Ama kitap vazgeçilmezinizdir sizin ne de olsa, ve siz bulamasanız da onu bir süre, o gelip bulacaktır sizi eninde sonunda.