Bir kitabın düşündürdükleri

Bir kadın, bir adam, iki ülke ve hem adamla kadını hem de ülkeleri beklenmedik bir anda bağlayıveren küçük bir köprü...


Kadın nedeni çok da açık edilmeyen nedenlerden ötürü hayatında bir boşluk olduğunu düşünüyor ve kendini gerçekten yaşıyor gibi hissedebilmek adına sevdiği adamı, alıştığı hayatı ve ülkesini terk edip bir yardım kuruluşunun gönüllüsü olarak Honduras'a, kasırga ve fırtınalarda evlerini, ailelerini ve bazen canlarını kaybeden insanların yanına yardıma gidiyor. Benim dönem dönem yapmak istediğim ama hiç cesaret edemediğim - ya da belki de yeterince istemediğim için girişemediğim - şeyi yapıyor yani... her şeyi bırakıp tanımadığı, bilmediği bir ülkeye gidiyor, hayatta kalmaları doğanın insafına kalmış mütevazı bir halkın arasına karışıp "can" kurtarmanın yıpratıcı zaferiyle buluşuyor, sefaletle ve ölümün bizzat kendisiyle tanışıyor. İki seneliğine diye başladığı bu - hem fiziksel, hem içsel olan - çetin yolculuk uzuyor da uzuyor ve Honduras onun hayatı olup çıkıyor.


Bu arada geride bıraktığı bir adam var. Reklamcı. İşinde yükselmek için uğraşan ve kariyer yapmaktan keyif alan biri. Önceleri kızıyor kadına, içerliyor, ama sonra onu kendi haline bırakıp durumu kabulleniyor. Arada kesintiler olsa da neredeyse sürekli mektuplaşıyorlar ve kadın arada toplantı vs. için ülkesine döndüğünde havaalanının barında üzerine kıyılmış badem serpilmiş dondurma eşliğinde bir sonraki uçağın geliş saatine kadar görüyorlar birbirlerini. O kadar.


Sonra adam yeni biriyle tanışıyor...ve nihayetinde evleniyor bu kadınla, bir de çocukları oluyor. Adamın hayatı düzene girdikçe kadınınki - Honduras'takininki - karman çorman oluyor, ve günün birinde adama hayatının sürprizini yapıp hem onun hem de karısının hayatlarını alt üst ederek sahneden çekiliyor.


Güzel bir kitap. Gayet akıcı, öyle edebi laflar falan yok. Dili gayet sade; konu da bana göre gayet ilginç. Hiç sıkmıyor diyebilirim. Birkaç yerde, "Yazar bu bölümde biraz sıkılmış ve acele etmiş sanki, daha iyi yazabilirmiş," dediğim yerler oldu, ama bu, kitabı beğenmeme engel olmadı.


Uzaklara yapılan yolculukların aslında kişinin hayatındaki diğer insanlardan, işinden gücünden, ailesinden değil, kendinden kaçmak için girişilen maceralar olduğunun düşünen bendenizi aldı içine yani. Tavsiye ederim.








Marc Levy, Neredesin

Can Yayınları

Yazamamak mı, yoksa yazmamak mı bile isteye?

Uzun zamandır olmayan bir şeyler oluyor beynimin içinde bu aralar. Yeni yeni hikayeler düşüyor aklıma. Özellikle bir tane... Otobüste-dolmuşta giderken hikayenin kahramanını düşünür halde buluyorum kendimi. Yaşadığı evi görüyorum. Giydiği eski paltoyu, insanların ona bakışını, gözlerindeki yalnızlığı. Sıradışı uğraşı için yeterli dayanak bulmaya çalışıyorum. Sonra içim acıyor yazınca sanki gerçek olacakmış gibi tüm düşündüklerim, sanki bir insan benim yüzümden acı çekecekmiş gibi geliyor, ve bir türlü oturup yazamıyorum.
Biliyorum ben asla yazar diyemeyeceğim kendime. Yazacağım hep, ama konduramayacağım yazar olmayı kendime. Hep en büyük hayalim olarak yaşatıp , bir türlü hayata geçir(e)meyeceğim.
Tembelim çünkü ben. Düşünce tembeli değil kesinlikle, eylem tembeli.
Bekle yaşlı adam. Kimbilir belki bir gün oturup gerçekten yazarım senin hikayeni. Hırıltılı sesini duyar gibiyim ama: "Elini çabuk tut kızım, biliyorsun, belki benden bile iyi biliyorsun hatta, çok zamanım kalmadı."

Deniyorum yaşlı adam. Deniyorum. Zamana ilişkin kötü alışkanlıklarımı yenmeye, disiplinli bir insan olmaya çalışıyorum. Ama sen yine de kendini bana bağlama çok. Benim sağım solum belli olmaz.
Kızma bana.
Resmin alındığı adres: