Rüyalarda gerçekleşen rüyam...



Çok çok eski, en azından bir-iki yüzyılı aşkın süredir var olan bir üniversitede okuyorum. Tabii ki edebiyat. Günlerim okuyarak, düşünerek ve yazarak geçiyor. Okulun yüzyıldan yaşlı binalarının yer aldığı koskocaman, yemyeşil kampüsün en ıssız yerlerinden birinde bir ağacım var. Okul bitince kampüste - bu kez yurtlardan değil, hocaların koridorlarından birinde -bir odam olacağını hayal ediyorum o ağacın altında. Saatlerce kalabiliyorum hafif hafif esen rüzgarın hışırdattığı yaprakların altında.
Dersleri asla kaçırmıyorum; ama not tutmayı da fazla sevmiyorum: hocaların ağzından çıkan yorumların, bakış açılarının yaratıcılığımı köreltmesinden, onlara benzememe sebep olmasından korkuyorum. O yüzden pür dikkat dinliyor, beynimin en sağlam haznesine bilgileri kaydediyor, ama bir soru sorulduğunda asla hocaların ağzından yanıtlamıyorum. Örnek aldıklarım var; ama ben onlardan da iyi olmalıyım.

Kampüs çok sessiz. Çünkü doğanın içinde. Kuşlar, ağaçlar, çimler, gökyüzü, rüzgar... en çok gürültüyü yapan insanlar her zaman olduğu gibi. Koşan, yürüyen, uzanan, öpüşen, düşünen... Buradaki yalnızlığımı seviyorum. Çok sevdiğim bir başka şey ise kütüphane. Eski kitap kokusu, gacırdayan ahşap yer döşemeleri, illa ki tozlu olan raflar, elinize aldığınız anda dağılacakmış gibi duran ama sapasağlam bir şekilde yüzyıllara göğüs germiş kitaplar... Saatlerimi geçirdiğim bir başka yer. Hiç farketmeden. Hiç sıkılmadan. Okuma-yazma-çalışma-düşünme aralarında yine o odanın hayalini kurduğum, kendi sınıfımın olacağını düşlediğim ikinci yer.

Bir gün uyuyakalıyorum kütüphanede. Uyandığımda ağacımın altındayım. Elimde her zaman olduğu gibi kitaplar, defterler. Kalemlerim ortalığa saçılmış uyuyakaldığımda. Temiz havayı içime çekip hafifçe geriniyorum; ve tam o sırada, kapağı açık olan - belli ki uyuklamaya başlamadan hemen önce okumakta olduğum - bir kitabın sayfaları dönüveriyor ani bir rüzgarla... ve bir kağıt uçuyor arasından. Hemen kalkıp yakalıyorum: bir ders programı çizelgesi. Ama bana ait değil...? Ben bu dersleri almıştım, taaa birinci sınıftayken hem de...yok..bazılarını ikide...hatta bir tanesini dördüncü sınıfın ilk döneminde...ama kağıdın tepesindeki isim bana ait....ve böylece o büyülü kampüsteki yaşantımın ikinci evresine adım atmış olduğumu fark ediyorum...artık bir hocayım. Ne dilbilgisi öğretiyorum, ne de sınav kaygılı öğrenciler yetiştiriyorum... her şey edebiyat. Kitaplar üzerine konuşuyoruz, yazmanın güçlükleri üzerine... büyük yazarları okurken hep beraber gıpta ediyoruz okundukları anda bulunduğumuz - artık benim olan - sınıfın açık penceresinden uçup giden, yazarından başka kimseye ait olamayacak sözlere, dizelere... benden çok daha iyi yazabilen öğrencilerim var; düşünebildikleri şeyler, hayal güçlerinin sınırsızlığı büyülüyor beni...biraz da kıskandırıyor...
Dersin ne zaman bittiğini merak eden yok gibi...kimse saatine bakmıyor, ayağını sabırsızca sallamıyor, gözlerini devirip yanaklarını şişirmiyor. Sanki seçilerek toplanmış insanlar...sanki?

Ama ders nihayetinde bitiyor tabii... yanıma bana gençliğimi hatırlatan, kocaman parlak gözleri olan bir kız geliyor. Yazdığı öykülere bir göz atıp atamayacağımı soruyor. "Zevkle," diyorum gülümseyerek. Masamın üzerindeki kağıtları, kitapları ve kalemleri toplayıp sınıftan çıkıyor, kapıyı yavaşça kapatıyorum. Ayaklarım beni önce kısa bir süreliğine de olsa ağacımın altına, sonra da kampüsün diğer tarafındaki odama götürüyor. Her yer ahşap kokuyor. Sessiz...çok sessiz... sanki bir sessizlik yemini edilmişçesine sessiz... Kapıyı açıyorum, içerisi yalnızlığımla dolu. Bir yatak, bir çalışma masası, ufak bir ocak, bir gardırop, ufak bir halı, bir de beni bu tercih edilmiş yalnızlığıma hapseden pencerenin yanında duran koltuk. O kadar. Ocağın üzerinde duran çaydanlıkta su kaynatıp minik bir fincana koyduğum birkaç kaşık kahvenin üzerine boşaltıyorum. Odayı tarifi zor bir koku kaplıyor. Beni hem geçmişe götüren, hem şimdide tutsak eden, hem de geleceğe taşıyan.
İlk yudumumu aldığımda artık koltuğumdayım; arkama yaslanmış, penceremin bana gösterdiği manzarayı seyrediyorum. Bir an içim geçiyor; elimde kahve, uyuyakalıyorum.
Ve rüya yeniden başlıyor...