Dürüstlük üzerine...

Dün akşam otobüsteyken yeni çıkan K edebiyat dergisinde okuduğum bir yazı epey etkiledi beni. Yazı en önemli yapıtını 23 yaşında veren, 29'unda da ölen Stephen Crane adlı bir yazarla ilgili. Ben okumadım bu adamın herhangi bir kitabını daha önce, ama şimdi merak uyandı doğrusu. Yazıda beni çarpan kısım, Crane'in dürüstlük anlayışıyla ilgili olan kısımdı. Kendimi okur gibi oldum, ama bir yandan da yapılmaya çalışılan çözümlemeler bana uyuyor mu karar veremedim. Bana uysun ya da uymasın - henüz karar veremedim - ilginç saptamalar var. Şöyle diyor yazının sahibi Ali Bayburt:
Crane'in hayattaki önceliği yazı değil dürüstlüktü.
İmkansız şekilde dürüst olmaya çalışan diğerleri gibi bu arayışın kendine ve çevresine verdiği acıların yıkıcılığını çoğu zaman fark edemedi.
Dürüst olmak tutkusu, içindeki dev çelişkileri bastırmanın bir yoluydu sanki.
İnsanın doğasına aykırı bir amaç seçmek hatalarını affetmesini sağlıyordu, kendine verdiği cezaları hafifletiyordu.
Yaşamı ve ölümü ama daha da önemlisi korkuyu yenmek için dürüstlüğü yanına almaya çalışıyordu.
Tüm bu karmaşaya karşı bir kalkan elde etmek istiyordu; bir dayanak.

Artık başlamam lazım...

Yazmaya çok fazla ara verdim. Arada bir şeyler karalıyorum bir yerlere ama çok savsakladım son bir-bir buçuk senedir. Saatlerimi sırtım her şeye dönük halde masa başında, kalemin kağıdı çizme sesini dinleyerek geçirmeyi özledim. Ama şu son iki çeviri (hatta son üç) çok yordu beni. Masa başından soğuttu galiba biraz da. Vazgeçebiliyor muyum peki çeviriden? Hayır, bayramdan sonra yine alırım muhtemelen, ama sanırım artık bir denge tutturmaya çalışmam ve çevirinin yazmama engel olmasını önlemem gerekiyor. Çünkü kafamdakiler eskimeye, değişmeye, zayıflamaya başlıyor. İçinde yaşadığım zamanı yansıtmam gecikiyor.
Şu anda bir karar aşamasındayım. Önceden yaptığım gibi anları, yaşam kesitlerini baz alıp öykülere mi yönelmeliyim, yoksa bir süredir içimi kemiren bazı şeyleri dile getirmek için bu kez (ilk defa olarak) bir roman denemesine mi girişmeliyim. Bırrrr...bunu yazmak bile ürküttü beni. Roman yazmak. Ne haddime diye düşünüyor insan. Roman yazmak kim, ben kim... Ayıp değil mi "Roman yazıyorum/yazacağım" demem yıllarını bu mesleğe vermiş onca ustaya? Ama sonra düşünüyorum, ustalar analarının karnından yazar mı doğdular, onlar da yazdılar, sildiler, yeniden yazdılar, yırtıp attılar, eleştirildiler, övüldüler, basıldılar, reddedildiler.... züğürdün tesellisi edebiyat konusunda böyle oluyor işte :))
Deneyip görmek lazım. Becerebilme ihtimaline güvenmek lazım. Becerememe ihtimalinin gerçekleştiği anı kafada canlandırmayı biraz olsun geciktirmek.
Sadece yazmak lazım. Ruhumu, beynimi serbest bırakıp içimden dökülenlerin bir düzene girmesini izlemek. Yazarken beni nelerin ağlattığına, nelerin güldürdüğüne, nelerin düşündürdüğüne bakmak lazım.
Evet, başlıyorum. :))

Anais Nin-çağrışımlar

Seminerin ilk kitabı olarak belirlediğimiz Henry and June'u okuyorum. Roman ya da hikaye değil. Anais Nin'in güncelerinin 1931-1932 yıllarını kapsayan, yazar Henry Miller'la karısı June'u merkez alan kısmı. Anais Nin'in kim olduğu vs. bilgilerin verildiği girişi saymazsak, daha altıncı sayfadayım; ama daha şimdiden bir sürü yerin altını çizdim, bir sürü cümlede tebessüm ettim, ve yer yer kitabı kapatıp düşünme ihtiyacı hissettim. İnsan kendini ne kadar eleştirirse eleştirsin, bazen birilerine haksızlık etmiş olabileceğini anlaması için kendisi dışındaki birilerinin ettiği bir lafa denk gelmesi gerekiyor galiba. Bende bu hissi uyandıran aşağıdaki şu alıntı oldu:
Kış uykusunun belirtileri kolayca tanınır: öncelikle çarpıntı. İkinci belirti (kış uykusu tehlikeli boyuta ulaşıp ölümle sonuçlanabileceği zaman): zevk almama. Hepsi bu işte. Savunmasız bir hastalık olarak ortaya çıkar. Milyonlarca insan farkına varmadan böyle yaşıyor (ya da ölüyor). Bürolarda çalışıyorlar. Araba sürüyorlar. Ailece piknik yapıyorlar. Çocuk yetiştiriyorlar. İşte bir şok tedavisi gerçekleşiyor: bir insan, bir kitap, bir şarkı ve bu onları uyandırıyor ve yaşamlarını kurtarıyor.

Resmin alındığı adres:

http://www.canyayinlari.com/kitap_ayrinti.asp?id=537

Ankaram

Senelerdir marş gibi dilimdedir: "Sevmiyorum ben bu şehri." Neden böyle diyor(d)um hep bilmiyorum. Kasvetini sevmiyor(d)um galiba, sıkıcı gri binalarını, sessizliğini, tekdüzeliğini... sonra bir gün Beytepe'ye giderken kafamı kaldırıp gördüğüm şeyle büyülendiğimi hatırlıyorum. Ankara dışında hiçbir yerde görmediğim, İzmir'de de olduğunu duyduğum bir şey: pembe, eflatun bulutlar. Masal gibiydi :) Ama ben sonra bulutları unutup sevmemeye devam ettim Ankara'yı. Yaşadığım yeri reddetmeye çalışmak çocukça bir başkaldırıydı sanırım. Deniz olan bir yere gitmek, binaların kapkara isle kaplı olmadığı bir yere. Belki de bana çok benzediği için kaçmaya çalışıyordum. Gri, sessiz, tekdüze.
Sonra dün beş bininci kez Atatürk Bulvarı'ndan geçtim otobüsle. Ve yine gözlerim doldu. Dişlerimi sıktım ağzım açılmasın diye. İçine ettiler sevmediğim Ankaram'ın. Her yerini inşaata çevirdiler, azıcık ağacı vardı onu da kökten çekip çıkardılar kurusun gitsin diye. Niye? Kimbilir kimin oğlunun kızınaın cebine para girebilsin diye.
Ankara'yla birlikte ben de değiştim. Kasvetim, ciddiyetim, sıradanlığım aynı. Ama hayal kurmama izin veren çocuksu bir iyimserliğim vardı eskiden, birdenbire gelen, her şeyin iyi olacağına inanmamı sağlayan. Artık yok. Artık çocuk değilim. Biliyorum ki şehrimi, beni yok etmeye çalışacaklar bu ülkede hep. Edemeyecekler, ama yıpratacaklar. Kıracaklar, deşecekler, olmadığım bir şeye dönüştürmeye çalışacaklar.
İyimser değilim, doğru. Ama teslimiyetçi hiç değilim.
Dönüşmeyeceğim: ve işte bu da Ankara'dan kopuşumun sebebi olacak bir gün sanırım.

Çeviride "o an" ve düşündürdükleri

Çevirimin son 3.5 sayfası . . . uzadıkça uzuyor. Sanki önümde daha 100 sayfa varmış gibi büyüyor gözümde. Gözüm ekranda, elim klavyede kalakalıyorum öyle. Hayır, her zamanki gibi sıkıştırıp bu kez son ana bile yetişememem değil sorun. Her çevirinin son demlerinde yaşadığım bir durgunluk, kafa yorgunluğu ve heyecan. Sonlara yaklaşırken otobüste-dolmuşta bile kafam önümde basılı haldeki bölümlerin düzeltisini yaparken, bir an önce bitmesini dilerken, o son anın beklentisi.

Evet, heyecan! Son beş-altı sayfaya geldiğimde çeviremiyorum, uyuyamıyorum, herhangi başka bir şeye kanalize olamıyorum, ama çeviriye de konsantre olamıyorum, insanları dinleyemiyorum, anlatılan en basit şeyleri anlayamıyorum (aritmatiksel olanlardan bahsetmiyorum, onları normalde de anlamıyorum :D), hele ki kitap okumak... hiiiçç yapamıyorum onu. Solumda çeviri metni, önümde bilgisayar öylece duruyorum, ve bittiği anı hayal ediyorum. Zannedersiniz ki bitirince dünyayı dolaşacağım. Yok öyle uzun boylu şeyler değil. Kafam çevirdiğim kitaba gitmeden baştan sona kitap okuyabileceğim anı hayal ediyorum. Ya da sadece elimde kahvem uzun uzun film seyrettiğimi. Koskoca bir günü hiç bölmeden dışarda geçirdiğimi, sinemaya gittiğimi, arkadaşlarımla buluştuğumu. Öğrencilerimle saate bakmadan rahat rahat oturup muhabbet ettiğimi, kütüphaneye bu kez çeviri için değil de, yeni öyküler yazmak için gittiğimi . . . basit şeyler yani. Temel şeyler.
Ama yok! Dedim ya çok bunalımlı oluyor son beş . . . hadi onu geçtim, son paragraf beni bitiriyor. O kadar heyecanlı oluyorum ki, devamlı son satıra ne kadar yaklaşmışım diye bakmaktan 10 dakikalık şeyi bir saate uzatabiliyorum. Ellerim karıncalanıyor, beynim iyice bulanıyor ve salak salak sırıtmaya başlıyorum. Çok komik bir an benim için. Ama ilginçtir, çeviriyi benim için - kitabı basılı halde elime aldığım an hariç - çok özel kılan müthiş bir his.
Seviyorum böyle olmasını. Sinir bozucu olsa da bazen, cidden keyifli bir an o "son paragraf" anı. Ve her çeviride mutlaka tekrarlanıyor, müthiş bir sessizlik anı gerektiriyor.
O anı sevmemin bir sebebi de, hiç edinemediğim ama hep - nedense - hayalini kurduğum yazarlık mesleği/yetisi/uğraşı (ne derseniz). Hani başlamak zordur bir romana, öyküye, ama bitirmek daha zor...bitirdikten sonra ise tekrar başa dönüp her şeyi toparlamak en zoru sanırım, benim ufacık diyebileceğim yazma deneyimlerimde bile ortaya çıkıyor, ki siz bir de gerçek yazarları düşünün (Bundan kastettiğim her kitap yazanın yazar olduğu değil tabii ki..)
Çeviride yazarların yaşadığı şeylere benzer şeyler yaşıyorum işte ben - yani yeni tesellim bu!! :)) Ve belki de - sıkı durun, bu bir itiraf olabilir - yazamadığımı düşündüğüm için çeviri benim için daha da önemli bir hal alıyor. Bilemiyorum, ama eğer içten içe böyle bir şey hissediyorsam bile, ki hala emin değilim, tek sebep bu değil. Çeviri bağımlısı oldum sanırım ben :) Yaparken gerektirdiği sessizlik, yalnızca belli müzikleri dinlememe izin vermesi, yalnız kalmaya zorlayıp kendisinden başka bir şey düşündürtmemesi... eeee bakıyorum da bu tek bir şeye çıkıyor aslında: bana hükmetmesi!! (bu keşif benim için de yeni ve ilginç oldu)
Hani çoğu insan alışkanlıkları sevmez ya, hayatı monoton yaptığından falan bahsederler. Ben o monotonluğu (yani insanların monotonluk dediği o durgunluğu, alışmışlığı, tekrarlanan duyguları) seviyorum galiba. Çünkü yeni bir şeye alışmam çok zor ve sancılı oluyor, o süreç epey ağır geçiyor, ama geçip de hayatımın vazgeçilmezlerinden biri haline gelince acayip bir haz veriyor.
Ve bu beni yine - hep - içimde ukde olan o şeye getiriyor: yazmak. Belki de sorunum bu benim. Benim bir şeyi sindirmem, her şeyiyle kabullenmem ve gerçekten başarmam için ona "alışmam" gerekiyor. Onu bir "alışkanlık" haline getirmem. Korkarım yazma konusunda henüz yapamadım bunu. Ama ümit var demektir bu bir yandan da, kendisini yavaş yavaş çözebilenlerdenim demek, ve şimdi beni zorlu, acılı bir deneme süreci (daha) bekliyor. Çünkü madem alışmanın benim için her şeyde önemli bir aşama olduğunu fark ettim, yazma konusunda da borçluyum bunu yazmak isteyen "ben"e.