Karmaşadan kaçabilmek

Dünyada bu kadar çok insan olması tuhaf geliyor bazen, hatta korkutuyor. Yeryüzünden biraz yükselip baktığınızı düşünsenize... diyelim ki eviniz dünya... karıncalar ya da böcekler de bu dünyanın sakinleri...şimdi yukarıdan nasıl göründüğümüzü bir düşünün... her an bir hareket var, bir yere girenler, bir yerden çıkanlar, yürüyenler, koşanlar, duranlar, yemek yiyenler, ağlayanlar, kahkaha atanlar, bir araya gelmiş hararetle bir şeyler konuşanlar ya da yapanlar, tırmananlar, yerin altına girenler, dans edenler, oturanlar, sevişenler, kavga edenler, düşünenler.... offf çok yorucu.
Şu anda salondayım ve bu dediklerimi, yani insanoğlunun yukarıdan muhtemelen göründüğü hali, bu salon için gözümün önüne karıncaları getirerek yapmaya çalışıyorum... ve dehşete kapılıyorum!! :)) Bazen sadece otobüste giderken bile yolda yürüyenlere bakıp onların bir zamanlar minicik bebekler olduğunu düşünüyorum ve kendim de dahil etraftaki herkese yabancılaşıyorum. Bir düşünsenize yukarıdan biz nasıl görünüyoruz kimbilir? Ha, bakan var mıdır bilemem, o konudaki (hem olumlu hem de olumsuz yöndeki) şüphelerim hala yerli yerinde duruyor, ama benim yazın bir avuç karıncayla baş edemeyişim gibi (ki zavallılar sadece mutfağın girişiyle salonun girişi arasındaki sınırlı bir bölgede faaliyet halindeydi çoğunlukla) yukarıda olması muhtemel varlığın ya da varlıkların paniğini bir düşünsenize?! Kontrolü kaybettikçe savaşları mı teşvik ediyor acaba? Bir peygamber daha, bir din daha, bu sefer düzelir belki... Ya da bir tsunamiyle (nasıl olsa doğal afet diyerek) yerden mi tasarruf etmeye çalışıyor? Ya da böyle bir şey yok da her şey benim hep inanmak istediğim gibi doğanın işi mi? Biz de doğanın (şık kıyafetler ve modern saç kesimleriyle medenileşmeye çalışan) vahşi birer parçası değil miyiz? "İnsan doğası" denen şey değil mi savaşların çıkmasına, ülkelerin kurulmasına ve yok edilmesine, ailelerin dağılmasına, paranın gitgide hiçbir şeye yetmez hale gelmesine sebep?
Sonra düşünüyorum... yukarıdan bakıldığında durmaksızın hareket halinde olan çılgın karıncalar gibiysek, o karmaşanın içinde meydana gelen değişikliklerin, yeniliklerin, eklentilerin görülmesi, fark edilmesi biraz zorlaşmaz mı? Yani yıllar ilerleyip dünya daha da çıldırdıkça olup biten her yeni/tekrarlanan şey biraz daha şanssız mı oluyor acaba? Fark edilemediği, arada kaynadığı, kanıksandığı için?
Sanırım bu yüzden etrafımda az insan olmasını seviyorum. Evimin sessizliğini, kedilerimin huzurunu/huzursuzluğunu/hıçkırığını/iç geçirmesini her an fark edebilmeyi... akvaryumun sesini duyabilmeyi, kaplumbağaların en ufak hareketini fark edebilmeyi, hava boşluklarından içeri girmeye çalışan rüzgarın uğultusunu, kendi nefes alış verişimi duyabilmeyi...
Sessizliği, yalınlığı, karmaşadan uzak olmayı...
*Resimlerin alındığı adresler:

Dürüstlük üzerine...

Dün akşam otobüsteyken yeni çıkan K edebiyat dergisinde okuduğum bir yazı epey etkiledi beni. Yazı en önemli yapıtını 23 yaşında veren, 29'unda da ölen Stephen Crane adlı bir yazarla ilgili. Ben okumadım bu adamın herhangi bir kitabını daha önce, ama şimdi merak uyandı doğrusu. Yazıda beni çarpan kısım, Crane'in dürüstlük anlayışıyla ilgili olan kısımdı. Kendimi okur gibi oldum, ama bir yandan da yapılmaya çalışılan çözümlemeler bana uyuyor mu karar veremedim. Bana uysun ya da uymasın - henüz karar veremedim - ilginç saptamalar var. Şöyle diyor yazının sahibi Ali Bayburt:
Crane'in hayattaki önceliği yazı değil dürüstlüktü.
İmkansız şekilde dürüst olmaya çalışan diğerleri gibi bu arayışın kendine ve çevresine verdiği acıların yıkıcılığını çoğu zaman fark edemedi.
Dürüst olmak tutkusu, içindeki dev çelişkileri bastırmanın bir yoluydu sanki.
İnsanın doğasına aykırı bir amaç seçmek hatalarını affetmesini sağlıyordu, kendine verdiği cezaları hafifletiyordu.
Yaşamı ve ölümü ama daha da önemlisi korkuyu yenmek için dürüstlüğü yanına almaya çalışıyordu.
Tüm bu karmaşaya karşı bir kalkan elde etmek istiyordu; bir dayanak.

Artık başlamam lazım...

Yazmaya çok fazla ara verdim. Arada bir şeyler karalıyorum bir yerlere ama çok savsakladım son bir-bir buçuk senedir. Saatlerimi sırtım her şeye dönük halde masa başında, kalemin kağıdı çizme sesini dinleyerek geçirmeyi özledim. Ama şu son iki çeviri (hatta son üç) çok yordu beni. Masa başından soğuttu galiba biraz da. Vazgeçebiliyor muyum peki çeviriden? Hayır, bayramdan sonra yine alırım muhtemelen, ama sanırım artık bir denge tutturmaya çalışmam ve çevirinin yazmama engel olmasını önlemem gerekiyor. Çünkü kafamdakiler eskimeye, değişmeye, zayıflamaya başlıyor. İçinde yaşadığım zamanı yansıtmam gecikiyor.
Şu anda bir karar aşamasındayım. Önceden yaptığım gibi anları, yaşam kesitlerini baz alıp öykülere mi yönelmeliyim, yoksa bir süredir içimi kemiren bazı şeyleri dile getirmek için bu kez (ilk defa olarak) bir roman denemesine mi girişmeliyim. Bırrrr...bunu yazmak bile ürküttü beni. Roman yazmak. Ne haddime diye düşünüyor insan. Roman yazmak kim, ben kim... Ayıp değil mi "Roman yazıyorum/yazacağım" demem yıllarını bu mesleğe vermiş onca ustaya? Ama sonra düşünüyorum, ustalar analarının karnından yazar mı doğdular, onlar da yazdılar, sildiler, yeniden yazdılar, yırtıp attılar, eleştirildiler, övüldüler, basıldılar, reddedildiler.... züğürdün tesellisi edebiyat konusunda böyle oluyor işte :))
Deneyip görmek lazım. Becerebilme ihtimaline güvenmek lazım. Becerememe ihtimalinin gerçekleştiği anı kafada canlandırmayı biraz olsun geciktirmek.
Sadece yazmak lazım. Ruhumu, beynimi serbest bırakıp içimden dökülenlerin bir düzene girmesini izlemek. Yazarken beni nelerin ağlattığına, nelerin güldürdüğüne, nelerin düşündürdüğüne bakmak lazım.
Evet, başlıyorum. :))

Anais Nin-çağrışımlar

Seminerin ilk kitabı olarak belirlediğimiz Henry and June'u okuyorum. Roman ya da hikaye değil. Anais Nin'in güncelerinin 1931-1932 yıllarını kapsayan, yazar Henry Miller'la karısı June'u merkez alan kısmı. Anais Nin'in kim olduğu vs. bilgilerin verildiği girişi saymazsak, daha altıncı sayfadayım; ama daha şimdiden bir sürü yerin altını çizdim, bir sürü cümlede tebessüm ettim, ve yer yer kitabı kapatıp düşünme ihtiyacı hissettim. İnsan kendini ne kadar eleştirirse eleştirsin, bazen birilerine haksızlık etmiş olabileceğini anlaması için kendisi dışındaki birilerinin ettiği bir lafa denk gelmesi gerekiyor galiba. Bende bu hissi uyandıran aşağıdaki şu alıntı oldu:
Kış uykusunun belirtileri kolayca tanınır: öncelikle çarpıntı. İkinci belirti (kış uykusu tehlikeli boyuta ulaşıp ölümle sonuçlanabileceği zaman): zevk almama. Hepsi bu işte. Savunmasız bir hastalık olarak ortaya çıkar. Milyonlarca insan farkına varmadan böyle yaşıyor (ya da ölüyor). Bürolarda çalışıyorlar. Araba sürüyorlar. Ailece piknik yapıyorlar. Çocuk yetiştiriyorlar. İşte bir şok tedavisi gerçekleşiyor: bir insan, bir kitap, bir şarkı ve bu onları uyandırıyor ve yaşamlarını kurtarıyor.

Resmin alındığı adres:

http://www.canyayinlari.com/kitap_ayrinti.asp?id=537

Ankaram

Senelerdir marş gibi dilimdedir: "Sevmiyorum ben bu şehri." Neden böyle diyor(d)um hep bilmiyorum. Kasvetini sevmiyor(d)um galiba, sıkıcı gri binalarını, sessizliğini, tekdüzeliğini... sonra bir gün Beytepe'ye giderken kafamı kaldırıp gördüğüm şeyle büyülendiğimi hatırlıyorum. Ankara dışında hiçbir yerde görmediğim, İzmir'de de olduğunu duyduğum bir şey: pembe, eflatun bulutlar. Masal gibiydi :) Ama ben sonra bulutları unutup sevmemeye devam ettim Ankara'yı. Yaşadığım yeri reddetmeye çalışmak çocukça bir başkaldırıydı sanırım. Deniz olan bir yere gitmek, binaların kapkara isle kaplı olmadığı bir yere. Belki de bana çok benzediği için kaçmaya çalışıyordum. Gri, sessiz, tekdüze.
Sonra dün beş bininci kez Atatürk Bulvarı'ndan geçtim otobüsle. Ve yine gözlerim doldu. Dişlerimi sıktım ağzım açılmasın diye. İçine ettiler sevmediğim Ankaram'ın. Her yerini inşaata çevirdiler, azıcık ağacı vardı onu da kökten çekip çıkardılar kurusun gitsin diye. Niye? Kimbilir kimin oğlunun kızınaın cebine para girebilsin diye.
Ankara'yla birlikte ben de değiştim. Kasvetim, ciddiyetim, sıradanlığım aynı. Ama hayal kurmama izin veren çocuksu bir iyimserliğim vardı eskiden, birdenbire gelen, her şeyin iyi olacağına inanmamı sağlayan. Artık yok. Artık çocuk değilim. Biliyorum ki şehrimi, beni yok etmeye çalışacaklar bu ülkede hep. Edemeyecekler, ama yıpratacaklar. Kıracaklar, deşecekler, olmadığım bir şeye dönüştürmeye çalışacaklar.
İyimser değilim, doğru. Ama teslimiyetçi hiç değilim.
Dönüşmeyeceğim: ve işte bu da Ankara'dan kopuşumun sebebi olacak bir gün sanırım.

Çeviride "o an" ve düşündürdükleri

Çevirimin son 3.5 sayfası . . . uzadıkça uzuyor. Sanki önümde daha 100 sayfa varmış gibi büyüyor gözümde. Gözüm ekranda, elim klavyede kalakalıyorum öyle. Hayır, her zamanki gibi sıkıştırıp bu kez son ana bile yetişememem değil sorun. Her çevirinin son demlerinde yaşadığım bir durgunluk, kafa yorgunluğu ve heyecan. Sonlara yaklaşırken otobüste-dolmuşta bile kafam önümde basılı haldeki bölümlerin düzeltisini yaparken, bir an önce bitmesini dilerken, o son anın beklentisi.

Evet, heyecan! Son beş-altı sayfaya geldiğimde çeviremiyorum, uyuyamıyorum, herhangi başka bir şeye kanalize olamıyorum, ama çeviriye de konsantre olamıyorum, insanları dinleyemiyorum, anlatılan en basit şeyleri anlayamıyorum (aritmatiksel olanlardan bahsetmiyorum, onları normalde de anlamıyorum :D), hele ki kitap okumak... hiiiçç yapamıyorum onu. Solumda çeviri metni, önümde bilgisayar öylece duruyorum, ve bittiği anı hayal ediyorum. Zannedersiniz ki bitirince dünyayı dolaşacağım. Yok öyle uzun boylu şeyler değil. Kafam çevirdiğim kitaba gitmeden baştan sona kitap okuyabileceğim anı hayal ediyorum. Ya da sadece elimde kahvem uzun uzun film seyrettiğimi. Koskoca bir günü hiç bölmeden dışarda geçirdiğimi, sinemaya gittiğimi, arkadaşlarımla buluştuğumu. Öğrencilerimle saate bakmadan rahat rahat oturup muhabbet ettiğimi, kütüphaneye bu kez çeviri için değil de, yeni öyküler yazmak için gittiğimi . . . basit şeyler yani. Temel şeyler.
Ama yok! Dedim ya çok bunalımlı oluyor son beş . . . hadi onu geçtim, son paragraf beni bitiriyor. O kadar heyecanlı oluyorum ki, devamlı son satıra ne kadar yaklaşmışım diye bakmaktan 10 dakikalık şeyi bir saate uzatabiliyorum. Ellerim karıncalanıyor, beynim iyice bulanıyor ve salak salak sırıtmaya başlıyorum. Çok komik bir an benim için. Ama ilginçtir, çeviriyi benim için - kitabı basılı halde elime aldığım an hariç - çok özel kılan müthiş bir his.
Seviyorum böyle olmasını. Sinir bozucu olsa da bazen, cidden keyifli bir an o "son paragraf" anı. Ve her çeviride mutlaka tekrarlanıyor, müthiş bir sessizlik anı gerektiriyor.
O anı sevmemin bir sebebi de, hiç edinemediğim ama hep - nedense - hayalini kurduğum yazarlık mesleği/yetisi/uğraşı (ne derseniz). Hani başlamak zordur bir romana, öyküye, ama bitirmek daha zor...bitirdikten sonra ise tekrar başa dönüp her şeyi toparlamak en zoru sanırım, benim ufacık diyebileceğim yazma deneyimlerimde bile ortaya çıkıyor, ki siz bir de gerçek yazarları düşünün (Bundan kastettiğim her kitap yazanın yazar olduğu değil tabii ki..)
Çeviride yazarların yaşadığı şeylere benzer şeyler yaşıyorum işte ben - yani yeni tesellim bu!! :)) Ve belki de - sıkı durun, bu bir itiraf olabilir - yazamadığımı düşündüğüm için çeviri benim için daha da önemli bir hal alıyor. Bilemiyorum, ama eğer içten içe böyle bir şey hissediyorsam bile, ki hala emin değilim, tek sebep bu değil. Çeviri bağımlısı oldum sanırım ben :) Yaparken gerektirdiği sessizlik, yalnızca belli müzikleri dinlememe izin vermesi, yalnız kalmaya zorlayıp kendisinden başka bir şey düşündürtmemesi... eeee bakıyorum da bu tek bir şeye çıkıyor aslında: bana hükmetmesi!! (bu keşif benim için de yeni ve ilginç oldu)
Hani çoğu insan alışkanlıkları sevmez ya, hayatı monoton yaptığından falan bahsederler. Ben o monotonluğu (yani insanların monotonluk dediği o durgunluğu, alışmışlığı, tekrarlanan duyguları) seviyorum galiba. Çünkü yeni bir şeye alışmam çok zor ve sancılı oluyor, o süreç epey ağır geçiyor, ama geçip de hayatımın vazgeçilmezlerinden biri haline gelince acayip bir haz veriyor.
Ve bu beni yine - hep - içimde ukde olan o şeye getiriyor: yazmak. Belki de sorunum bu benim. Benim bir şeyi sindirmem, her şeyiyle kabullenmem ve gerçekten başarmam için ona "alışmam" gerekiyor. Onu bir "alışkanlık" haline getirmem. Korkarım yazma konusunda henüz yapamadım bunu. Ama ümit var demektir bu bir yandan da, kendisini yavaş yavaş çözebilenlerdenim demek, ve şimdi beni zorlu, acılı bir deneme süreci (daha) bekliyor. Çünkü madem alışmanın benim için her şeyde önemli bir aşama olduğunu fark ettim, yazma konusunda da borçluyum bunu yazmak isteyen "ben"e.

Mağaranın ötesi

Öyküler bekler.

Bekledikçe geçmişte kalır, tek adım ileri gitmeden, ama yazıldığı anı da kaybetmeden.

Hayat geçiyor, ben büyüyorum, öyküler duruyor.

Sözcükler o anın içine sıkışıp kalmış, anlamlarını hatırlamama izin vermiyorlar.

Beklentiler.

Sıkıntının içinde aklıma düşen yerler. Düşüncelerimin benden çok uzaklara yaptığı günlük, anlık, bazen saatlik seyahatler.

Yine uzaklaşıyorum. Tam insanların istediği normal insan moduna girmeye başlamışken beynimdeki çentiklere takılıveriyor aklım. Takılıp düşmüyor ama, geri dönüyor ve nerede, kiminle huzurluysa ona koşuyor.
1 . . . ve 2 . . . ve 3-4 . . . ve 5-6 . . . o kadar. Gerisi boş.
Yüzyıllardır ayakta duran kocaman, kalın gövdeli ağaçların olduğu yemyeşil bir dünyam var. Benim ağacım belli, her sabah onun yanına koşup, her yalnızlığımda onun dibine oturuyorum. Arkamda koca koca eski binalar. Güzeller, çok, ama içlerinde fazla durmak boğuyor bazen. Karşımda devasa bir başka bina. İçi okuyamayacağım kadar çok kitapla dolu. Eski kitap kokuyor koridorları. Pencereleri var duvardan duvara ve dalgaların sesi bu çerçevenin içinde ebedileşiyor.
Gökyüzü çoğunlukla aydınlık, rüzgarın ittirdiği minik beyaz bulutlar var sadece hayalgücümü kıpırdatan.
Ağacımın dibindeyim, yanımda en sevdiğim timsahım, kaplanım ve tembel hayvanım, biraz ötede ise bana uzaktan bakmayı tercih eden tuhaf birkaç yaratık.
Güneş yavaş yavaş deniz tablosunun içindeki yerini alıp yarına hazırlanmak üzere derinlere dalarken, ben de kovuğuma girip kıvrılıyorum ilk halime. Serin, sessiz, huzurlu ve gerçek.
Kimsenin anlamasını beklemediğim kadar.

Invictus









Invictus*

Out of the night that covers me,
Black as the Pit from pole to pole,
I thank whatever gods may be
For my unconquerable soul.

In the fell clutch of circumstance
I have not winced nor cried aloud.
Under the bludgeonings of chance
My head is bloody, but unbowed.

Beyond this place of wrath and tears
Looms but the Horror of the shade,
And yet the menace of the years
Finds, and shall find, me unafraid.

It matters not how strait the gate,
How charged with punishments the scroll,
I am the master of my fate:
I am the captain of my soul.


William Ernest Henley
*(Latin) unconquered

Cevapsız çağrı...dağlardan


Son üç gündür - tatili fırsat bilip yayılırken - Nasuh Mahruki'nin Bir Dağcı'nın Güncesi'ni okudum. Mahruki kitabın birinci bölümünde 1992 yılında Bilkent'ten mezun olduktan hemen sonra Kafkasya Dağları'ndan 7010 m.'lik Khan-Tengri'ye yaptığı tırmanışı, bu yolculuk sırasında içinde yaşadıklarını anlatıyor; ikinci bölüm birtakım dergi ve gazetelerde yayınlanmak üzere yazdığı, farklı tırmanışlara ilişkin kısa kısa yazılardan oluşuyor - beni en çok Pobeda'yla ilgili olan etkiledi; en sonda da bu tırmanışlardan bazı görüntülerin yer aldığı "Fotoğraflar" kısmı var.
Son iki yazımı okuyanlar Mahruki'yi ne kadar kıskandığımı tahmin edebilirler sanırım. Yanınızda kendi mücadelesi için orada olan ve gerektiğinde size ellerinden gelen her desteği verecek birkaç insanla, hiçbir rekabet içine girmeden yalnızca ve yalnızca kendi limitlerinizi sınamak, zorlamak, Rusya'nın ortasında bembeyaz bir dağın zirvesine doğru adım adım ilerlemek, yediğinizi-içtiğinizi yanınızdakilerle paylaştığınız nice soğuk, karanlık, korkutucu geceler geçirmek, ama nihayetinde oraya varmak. Olmak istediğiniz yere. 7000 metrelik bir dağın doruk noktasından dünyaya bakmak. Başarabileceğinizi kendinizden başka hiç kimseye kanıtlamak zorunda olmamak ve buna ihtiyaç duymamanın verdiği özgüven ve huzur.
Ah be babacım... keşke üniversite birinci sınıfta okurken "Dağcılık kulübüne girmek istiyorum" dediğimde bana maymun iştahlı diyip önümü tıkamasaymışsın... Bak çıktı işte tam 12 yıl sonra. Hem izin verseydin zaten daha yürüyüş aşamasında yorulup bırakırdım muhtemelen, en azından senden çıkmış olurdu bu sorumluluk :)) İnsanların deneme arzusuna gem vurmamak lazım. Yoksa daha sonraki hayal kırıklıklarından kısmen siz sorumlu oluyorsunuz - kısmen, çünkü eğer gerçekten aklımı koymuş olsam herhalde onu dinlemez ve ne pahasına olursa olsun yapardım.
Tabii belki de hayatımı kurtarmıştır babamın benim adıma aldığı karar.
Sorun şu: bu kararın hayatımı kurtarıp kurtarmadığını hiç bilemeyeceğim...

Sefil mahlukat insan

Bir kendime bakıyorum, bir de merdivenin köşesine sinmiş gitmemi bekleyen toparlak kirpiye...Ben kocaman, o küçücük; ben bir sürü saçmasapan giysiyle sarmalanmış, o kendinden giysili; ben aptal aptal seslerle onu kendime döndürmeye çalışan, o sessiz sakin bana sırt çeviren; ben insan, o kirpi...

Bir ıslak arnavut kaldırımında kaymadan yürümeye çalışan sarsak ayaklarıma bakıyorum, bir de Hazırlık'tan ta Kütüphane'nin oraya kadar uzanan gökkuşağının şeffaf ayaklarına... Benim ayaklar ürkek, gökkuşağınınkilerse kendinden emin, uzaktaki o iki binanın yanına sağlam bir şekilde basmış; benimkiler haki spor ayakkabılarımın içinde iyice küçülüp gitmiş, onunkilerse bedeninden büyük ve rengarenk; benimkiler ayak, onunkiler Eldorado...

Bir kendi cismime bakıyorum dışardan, bir de lacivert-gri-beyaz-siyah göğe arabanın içinden... ben ufacık, erişilmesi kolay ve basit, o ise koskoca, erişilmez ve katman katman; ben şaşkınlıkla büyüyen gözlerimle döküveriyorum içimi ortalığa, o soyulan deri parçaları gibi parça parça bulutlarıyla gizliyor yıldızların ve kendisinin neredeyse hepsini; ben hayranlıkla ona bakıyorum, o ise burnu havada, kendinden ve güzelliğinden emin, gittikçe daha da yükseliyor...

Bir aynaya bakıyorum kendimi başkalarına ve kendime beğendirme endişesiyle, bir de aynadan görünen kedime, tasasız, masum, güzelliğinin farkında olmayışının verdiği bir güzellikle yalanan...

Bir içime bakıyorum, bir de dışıma.

Ne masumken gerçekten masumum, ne de kötüyken gerçekten kötü...

Ne severken gerçekten özgürüm, ne de sevmezken...

Ne varım insanlar için, ne de yokum.

Ne kediyim, ne kirpi.

Sadece sefil bir insan.

Yazmak zorunda mıyım?


Evet, zorundayım.

Konuşmayı ne kadar seversem seveyim, kendi kendime konuşmadığım sürece - ki onu da az yapıyor sayılmam!! - kendimi tam olarak ifade edemediğimi düşünüyorum. Aslında bana kalırsa ben gayet iyi ifade ediyorum, hatta bazen fazla iyi ifade ediyorum ama...bu ne karşıdakini mutlu ediyor, ne de beni tatmin...

Peki tatmin olmak için mi yazıyorum? Keyif mi alıyorum yani yazarken? Yoo... çoğu zaman işkenceye dönüşüyor aslında. Düşünürken tıkır tıkır yerine oturan şeyler, kalem kağıda ya da parmaklarım tuşlara değdiği anda dağılıveriyor. İşte o zaman öylece kalıyorum ortada...ne devam etmek mümkün oluyor, ne de yarım bırakıp kalkmak. Nihayetinde kendimi devamlı kendimle kavga ederken buluyorum. Ben kendimle, başkalarıyla, ve hiç olamayacağım bir benle kavga ediyorum, başkaları ise sadece benimle.

Beynimin içinde konuşup duran bir kadın var. Ne kadarı benim, ne kadarı çevremdekiler, ne kadarı annem, ne kadarı babam bilmiyorum. Ama devamlı konuşuyor. Sorguluyor, yargılıyor, kızıyor, sövüyor, üzülüyor, ağlıyor, kırılıyor, daha çok kırılıyor, ve bir noktada kendi hüznüne kapılıp beni unutuyor. Bırakıveriyor kendini. Sanki bir daha hiç gülemeyecekmiş, güvenemeyecekmiş gibi. İşte o kendini bıraktığında oluyor genelde benim yazmaya oturmalarım. Onu toparlamak, yaralarını sarmak, gözyaşlarını silip sen güzelsin, sen iyisin, cici cici diye teselli etmek için.


Sorun şu galiba...onu toparlamayı başarmaya başladığımı hissettiğim noktada ben dağılmaya başlıyorum. Geçen dönemki sınıfım, kendi yaptığım bir şeyden bahsederken yanlışlıkla "biz" deyip, sonra da "ben ve öbür kişiliğim yani" diye dalgaya vurduğumda çok gülüyordu . Belki de ben aslında yeterince vuramıyorum dalgaya. İnsanların gerçekte - ya da gerçek gerçekten bu mu acaba? - ne olduğunu görmek bir yana dursun, görmeye yaklaşmak bile bende duvara çarpmışım hissi yaratıyor. Bir anda, anlamsız bir şekilde her şeyi kendi sorunum olarak görüp kendimi sorgulamaya başlıyorum. Bütün doğrularım tersyüz olup kafama geçiyor, bütün yanlışlarım ince bir zar gibi beynimin etrafını sarıyor...ve ben kendimden soğuyorum.

Sıkılıyorum bazen kendimden. Ama insanların olmamı istediği şeyi görünce asıl beni tekrar sevmeye başlıyorıum, ama bu sefer de onlardan soğuyorum. Odaların içinde insan sesleri arasında küçülüp, usulca masanın altına girmek, yerdeki iğrenç toz zerreciklerinin arasına karışıp soluk bir griye dönüşmek istiyorum.

Saat 23:27 olmuş. Çeviri yapmam lazım.

Gittim...

Yazamayanın Köşesi

Hoşgeldim. Varsanız siz de hoşgeldiniz. Bu blog fikrini bana üniversiteden arkadaşım Yiğit verdi. Ne de iyi etti, ama bakalım becerip de düzenli girebilecek miyim bu kayıtları. Yaz(ama)ma konusundaki düzensizliğim ve disiplinsizliğim beni yakından tanıyan ve yazmak için duyduğum anlaşılmaz arzuya ilişkin dırdırlarımı dinlemiş olan herkesin malumu. Belki de fazla kendi içimde yazılıyordu her şey, ya da yazdıklarımı sadece ben gördüğüm için bir yere gelemiyordum. Bu demek değil ki burada edebiyat döktüreceğim...ama kimbilir.. belki de bir iç döküşle başlarım ve sonrasında beynimin içinde yıllardır zonklayan yazma güdüsü gaza gelip dışarı atar kendini. Yani benim istediğim şekilde... Sanırım buraya bunları yazarak kendimi bir tür stresli sorumluluk altına sokmaya çalışıyorum. Sanki eğer "yazacağım"ı insanlara duyurursam geri dönüşü olmayacak ve mecburen, mahcup olmamak için yazacağım gibi..komik tabii.. içimde yaşadıklarımın bu kadar dışarıya tabi olması ve benim bu kadar aciz olmam...napalım...demek ki ben doğuştan yazar değilim, çook ama çook çalışması gerekenlerdenim. Katkınız benim için çok değerli... Görüşmek dileğiyle...