Pembe Sabah



Her şey birdenbire oldu. 
Birdenbire vurdu gün ışığı yere; 
Gökyüzü birdenbire oldu; 
Mavi birdenbire. 
Her şey birdenbire oldu; 
Birdenbire tütmeye başladı duman topraktan; 
Filiz birdenbire oldu, tomurcuk birdenbire. 
Yemiş birdenbire oldu. 

Birdenbire, 
Birdenbire; 
Her şey birdenbire oldu. 
Kız birdenbire, oğlan birdenbire; 
Yollar, kırlar, kediler, insanlar... 
Aşk birdenbire oldu, 
Sevinç birdenbire.


Orhan Veli Kanık

Çözemediklerimiz


Güneşin ışığı gözlerimde, ısısı alnımda,
Kulağımda önce Halo, sonra Fast Car, sonra Fields of Gold,
Elimin altında klavye, dilimin üstünde acı kahve.

Ekranda bir kadın, inanılmaz bir kalabalığın tam ortasında, tek başına. Sesi titriyor. Uzun siyah saçları yüzünün sağ yarısını kapatmış. Arada başını kaldırıp bakıyor, ama gözleri hep boşlukta sanki. Hatırlıyor, anlatıyor, gülüyor, ağlıyor, hatırlayıp anlattığı her şeyi o an orada tekrar yaşıyor. Dinleyen çok az kişinin gerçekten anlayabileceği, bilebileceği şekilde. 

Kadını tanımıyorum. Varlığından bir süre önce haberdar oldum. Vanessa'ymış adı. Dünyanın en tanınmış adamlarından birinin eşiymiş meğer. Kobe Bryant'ın. Ama ben onu aynı gün kocasını ve kızını kaybeden kadın olarak tanıdım ve hep öyle bileceğim artık. 

Basketbolla hiçbir alakam yok. Kobe Bryant'ın adını da sadece çok ünlü olduğu için duymuşluğum varmış; "mış" diyorum çünkü bunu bile helikopter kazası manşetlere çıkınca fark ettim. Kobe ve kızı Gigi'yle birlikte 7 kişi daha hayatını kaybetti. Haberi okurken beni en sarsan şey, Kobe Bryant'ın ulaşım için helikopter kullanmaya başlamasının sebebinin, kızlarıyla daha çok vakit geçirebilmek için olduğuydu. Kaderin cilvesi dedikleri şey mi? Bilmiyorum.

Niye oturdum hiç tanımadığım bir adamla kızına ve geride kalan ailesine ağlıyorum bilmiyorum. Kendi ülkemde her gün kaç insan ölüyor, hem de ne sebeplerden.. Bir dönem her satırını okuyup gözüme uyku sokmadığım, sonrasında delirmemek için okumamaya, izlememeye başladığım haberler.

Çözemediğimiz şeyler bu kadar gözümüzün önüne sunulduğunda insan olmanın ortak bilinmeyenleri daha net vuruyor galiba. Ölümün ve getirdiği acının ülkelerden, cinsiyetlerden, politikalardan, dillerden, dinlerden bağımsız en büyük ortak noktalarımızdan biri olduğunu bir kez daha hatırlatıyor.

Ben bu tür haberleri izlemekten kaçan bir insanım. Çünkü biliyorum işte, olacak olan bu. Şiş gözler. Ağrıyan kalp. Anlayamayan zihin. 

Son iki yıldır sık sık cenazeye katılmak zorunda kaldım. Yaş itibariyle böyle bir döneme girdik sanırım.. ama kayıplarımız arasında henüz gideceğini düşünmediklerimiz de vardı, belki en çok onlar sarstı. 

Bir kayıp yaşandığında hayatı hatırlıyoruz. Her an gidebileceğimizi, o kapıdan çıkıp bir daha dönmeme ihtimalimiz olduğunu. Gidene ve kaybı yaşayana ağladığımız kadar kendimize de ağlıyoruz bencilce. Dünyanın öbür ucunda, hiç tanışmadığımız, huyunu suyunu bile bilmediğimiz birinin kaybına bu kadar içten ağlayabilmemiz bu yüzden. 

Hepimiz aynıyız. Sürekli birbirimize kızma sebepleri yaratıyoruz, onu dışlıyoruz, bundan hoşlanmıyoruz, filancadan nefret ediyoruz, falancayı çok biliyormuş gibi yargılıyoruz, ama ölüm hepimizin ağzının ortasına tokadı indiriyor işte. 

Ve koca gülüşlü bir adamla, ondan bile koca gülüşlü kızı bana dünyanın bir ucundan diğerine bunları yazdırıyor ve aslında tüm uçların birbiriyle bağlı olduğunu hatırlatıyor. Ne geride kalan karısının ve üç kızının, ne de yakın dostlarının hissettiklerini anlamam mümkün değil. Aynı en yakın dostum yıllar önce eşini kaybettiğinde ne hissettiğini asla tam olarak anlayamayacağım gibi.. ama Kobe Bryant'ın anma töreninde karısını ve dostlarını izlerken bir kez daha anladım ki hepimiz aynıyız. Yaşadığımız ülkeden, ünlü olup olmadığımızdan, yaptığımız işlerden, geldiğimiz yerlerden bağımsız şekilde aynıyız. Çözemediğimiz ve belki de çözmemiz değil hayatın en doğal parçalarından biri olduğunu kabul etmemiz gereken ölüm ve hissettirdikleri hepimizi ortak kılıyor. İstesek de istemesek de.

Peki hiç tanımadıklarımız için bu kadar üzülebilirken, en yakınımızdakileri nasıl böyle kolay kırıp yaralayabiliyoruz?

Hiç bilmiyorum..

Işıklar içinde olun Kobe ve Gigi. Hiç farkında olmadan kendime ve içimde olup bitene, gölgelerime bir kez daha bakmamı sağladığınız ve asıl önemli olanı hatırlattığınız için teşekkür ederim. 


kobe bryant with his daughter

Pazartesi Sabahı Yazısı

Pazartesi sabahları yoga dersi verdiğim küçük, güzel bir ekip var. Yanılmıyorsam iki yıldır (belki daha fazla süredir) birlikte çalışıyoruz. Onlar geleceği için Pazartesi günleri romana ya da yaratıcı başka bir yazıya odaklanamıyorum. Eh, madem bu ara Köşe'nin musluğu da açıldı, buraya ufacık bir şeyler yazayım da  zihnimin yazma kası başıboş bırakıldığını düşünmesin dedim.

Dersimiz sabahın erken bir saatinde. Benim uyandığım ya da oğlumun servisine, eşimin işine gittiği kadar erken değil. Ankara'da trafiğin bir anda sıkışmaya başladığı sekiz civarı işyerlerine akın saati kadar da erken değil. Herkes işine gücüne vardı, okullarda ilk dersler yapıldı bitti kadar erken.

Ev tam da dersi yaptığımız saatlerde güneş alıyor. Öğrenciler geldiğinde salon sıcacık ve aydınlık, Haydut çoğunlukla koltuğun tepesinde veya sıcak kalorifer peteklerinin üzerinde uykuda oluyor. Gelenlerin hepsi kedisever; o yüzden ders sırasında aramıza katıldığında kimse huzursuz değil. Bilakis, huzur veriyor varlığı. Minik patilerinin ahşap parkenin üzerinde çıkardığı pıtırtılar, bir anda göbeğini yayıp yanımıza yatıvermesi, baygın bakışları, ve yeterince sessizsek nefes alış verişlerinin çıkardığı dingin ses.


Bazı Pazartesiler "Of ya, ders olmasaydı da yazsaydım," diye uyanıyorum. Bir atalet oluyor üzerimde, bazen de sadece içimden gelmiyor, haftasonuna haftayı sonlandırma sakinliğinde geçmemiş oluyor ve yorgun hissediyorum. Ama ne zaman ki insanlar matlarına yerleşiyor, ben konuşmaya başlıyorum, büyülü bir şey oluyor. Ne ataletim, ne isteksizliğim, ne yorgunluğum ne uyuzluğum kalıyor. Ağzımdan hesapladığım kadar hesaplamadığım, öncesinde hiç düşünmediğim şeyler de çıkıyor ve ders sanki benden bağımsız, kendiliğinden akıyor. Ve istisnasız verdiğim her yoga dersi sonrası canlanmış,  şarj olmuş, neşelenmiş hissediyorum. Aynı 20 küsur yıldır İngilizce öğretirken olduğu gibi. O gün aklımı kurcalayan, canımı sıkan ne varsa ders anlatırken uçup gidiyor ya da kısmen çözülüyor.  Odağımı kendimden ve zihnimden başka bir şeye vermem, hemen her seferinde kafamın içinde dönenleri yumuşatıyor ve ipleri birbirine dolanmış yün yumağı yavaştan çözülüp normal şekline yaklaşıyor.

Kafanız karışıksa birilerine hizmet etmeyi deneyin. Ders anlatarak, yemek yaparak, bina çizerek, çim biçerek, dert dinleyerek, hayvan besleyerek, patik örerek. Kendinizde çakılı kaldığınızda düğüm büyüyor; odağınızı başkalarına bir şeyler vermeye kaydırdığınızdaysa, farkına bile varmadan çözülmeye başlıyorsunuz.

Malum, kediler gibi aşmış varlıklar değiliz. Huzur için uğraşmamız, vermemiz, bir şeylerden feda etmemiz ve "hatırlamamız" gerekiyor.

Herkese iyi haftalar olsun.



Pazar Gecesi Yazısı

"From within I found a gate
almost unnoticeable.

As I quietly rise through it, 
I see the world differently."   



- Pekka Streng -
Herkesin, elbette pek çok farklı özelliğin yanı sıra, doğuştan getirdiği ve ömrü boyunca kah ilerleyip kah gerileyerek hep yanında tuttuğu temel bir (ya da birkaç) özelliği olduğuna inanıyorum. Kimininki koşulsuz şefkat gösterebilmek ya da sonsuz anlayış, kimininki tarafsız kalabilmek, kimininki güldürüp rahatlatmak, kimininki insanların damarına basıp sabrını sınamak, kimininki farkında olmadan yol göstermek.  Yani çabasız, tamamen özden gelen bir özellik. Benimki ne diye düşünüyorum bu aralar (yine) ve hep aynı yere çıktığımı görüyorum.

Kendimi bildim bileli soru soruyorum. Kendime, başkalarına, hayata, sıklıkla yüksek sesle, ama bazen de içimden ya da fısıltıyla.. Cevaplar net gelmediğinde kafam karışıyor, odaklanamaz hale geliyorum, gergin bir insana dönüşüyorum, zaman iyice ağırlaşıp boğazıma oturuyor sanki ama bu kargaşa da beni yeni sorulara ve sorgulamalara itiyor ve ben onlar sayesinde yeni yollar buluyorum. 

Ben soru sorarak öğrenebiliyorum. Cevap gelmese de. 

Bazen sorular cevaplarıyla birlikte geliyor, o zaman pıt diye anlayıveriyorum falancanın neden öyle davrandığını, filancanın neden şunu dediğini veya tuhaf görünen bir durumun altında yatanı. Çoğu zamansa uzun süre cevapsız kalıyorum ve artık sorunun kendisini unutayazdığım sırada bir şey oluyor ve kilitler açılıyor kafamda. Işıklı bir yol beni o ana geri götürüyor ve olayı ilk algıladığım halinden çok başka bir şeyler olduğunu görüyorum.

Başkalarına sorduğum sorular çoğunlukla kendime sorduklarım oluyor galiba. Soru işaretinin kancasını kalbime atıyor ve cevabın o kancaya takılıp yüzeye çıkmasını umut ediyorum.

Sanırım en çok, kırıldığımda ya da öfkelendiğimde soru soruyorum. Bazen de safi meraktan. 

Bu aralar sorduğum sorular hep kendime. Bazen yoga dersinde öğrencilerime yönelttiklerim şekline bürünüp, bazen buraya yazarak, bazen de bir müziğin içinde kaybolup o anıdan bu anıya koşarak. 

Sanırım şimdi oturup hayatımdaki bazı insanların bu varsayımsal temel/belirleyici özelliğinin ne olduğunu bulmaya çalışacağım; sorular sorarak, bana neden tekrarlanan bir şekilde o veya bu davranışı gösterdiklerini, beni delirttiğini ya da kırdığını düşündüğüm özelliklerinin aslında ne açıdan bana ışık tutan fenerler olabileceğini anlamaya gayret edeceğim. Ve biliyorum ki çoğunu anlayamayacağım. En azından yakın bir gelecekte.

Neyse ki misyonum cevap almak değil, soru sormak. 

Mırıl mırıl



Hava yağmurlu, kahve mis, Deli'nin kafa biraz bulutlu. Dün "Ankara'da cemre düşüyor, sonra biri kaldırıyor galiba," diye bir şey okudum çok güldüm. Evet bir açık, bir kapalı, kararsız havalar, ama güzel, seviyorum ben. Belki ben de bu aralar öyle olduğumdan, "doğayla ne kadar da uyumluyum, aferin bana," tesellisidir.


Kafam bulutlu çünkü anlayamadığım şeylerin ağırlığı - bayağı fiziksel olarak - alnımda birikiyor sanırım. Bir şeyleri düşünüp düşünüp çözemediğimde ya da anlam veremediğimde iki kaşımın tam ortasından başlayıp alnıma yayılan bölgede görünmez bir tortu oluşuyor ve yüzeyde olmadığı için silkip atamıyorum üstümden. Derinlerde çalışmaya devam ediyor.

Aslında artık biliyorum. Her şeyi anlamamız ya da çözmemiz gerekmiyor. Hatta gerekmiyor bir yana, bazı şeyleri gerekse de anlamamıza imkan yok, haliyle çözmek de bir olasılık değil. 

Ya da öyle mi? Belki de işin sırrı anlama çabasını bırakmaktadır ve vakti gelince kendiliğinden çözülür giz. 

Sisin içine istediğin kadar bak, uzun uzun bak, içine dalıp bak, dışında durup bak, fener tutup bak, bilimsel olarak ne olup bittiğini bilsen de çözülmesi senden olmayacak. Dağılma vakti gelince dağılacak ve sen o arada - kuvvetle muhtemel - perdenin aralanmasını beklediğini bile unutup başka şeylere dalmış olacaksın. Ha yok, doğanın belki de girme diye çektiği setin içine illa dalacağım diyorsan da kaybolmandan o sorumlu değil, buyur gir.

Bugün böyle. Gözle görünmeyen bir sis bulutunun içinden bildiriyorum ve anlamaya çalışmayı bıraktım. Kendi vaktinde çözülür ve ben de hala buralarda olursam ne ala, çoktan uzaklaşmışsam ve alakam kalmamışsa, zaten sorun yok. 

Sağlıcakla!

Yazmayı Hatırlamak

Thomas Pollock Anshutz Painting - Woman Writing At A Table by Thomas Pollock Anshutz
Woman Writing At A Table by Thomas Pollock Anshutz 


Celia Blue Johnson'ın Sıradışı Yazarlar adlı kitabını birkaç ay önce, uzata uzata, tadını çıkara çıkara okudum. Tekrar okusam muhtemelen aynı keyfi alırım. Johnson, pek çok ünlü yazarın günlük rutinlerini, tuhaf alışkanlıklarını ve yazma şekillerini hiç sıkmayan, yazarı o hallerde gözünüzün önüne getirebileceğiniz bir canlılıkla anlatıyor. Ya da ben epey görsel bir insan olduğum için hepsini resmedildikleri tabloda gördüm resmen, bilemiyorum.

Kitabı bitmesin diye bile isteye yayarak okuduğum süre boyunca kırk üç yıllık ömrümün otuz küsur yılına yayılan yazmayla ilgili boğuşmalarım, rutinlerim, rutin oturtamamalarım, vazgeçişlerim, koşa koşa geri dönüşlerim, denemelerim, yarım bıraktıklarım, kafamda evirip çevirip hiç başlamadıklarım, ve bazen tamamladıklarım gözümün önüne geldi. Oldum olası severim biyografi okumayı/izlemeyi ve bu kitapla bir kez daha hatırladım nedenini. Birileri gibi olma arzusu değil beni bu yaşam öykülerine çeken. Kendimden bir şeyler bulmam ve çözemediklerimi belki onların deneyimlerine bakarak çözme ihtimali. Tabii bir de biyografinin kendine has keyfi. 


Hiçbir zaman sağlam bir yazma rutinim olmadı, maalesef. En düzenli yazdığım dönem - şu an hariç - ergenliğime denk geliyor olabilir. O zamanlar neredeyse her gün yazardım. Günlük tutar, hikayeler, şiirler karalar, bunları ufak kara kalem çizimlerle beslerdim. Yazardım yazmasına da, bir yandan da ödüm kopardı birileri okuyacak diye. Ailem, arkadaşlarım, hiç kimse o dönem benden çıkan hiçbir şeyi okumadı. Yazdıklarımın büyük kısmı onlarla yaşadığım sorunlara ilişkin iç döküşler olduğu için okumalarını istemiyordum. Gerçi okusalar o sayfalarda kendilerini teşhis etmeleri mümkün bile olmazdı muhtemelen, çünkü metaforlarla, sembollerle karman çorman hale getirir ve belki de deneyimleri birinci elden yaşayan kişi olarak sadece benim anlayabileceğim kurgular yapardım. Günlüklerde değil. Onlar apaçıktı. Ama hemen hepsini yırtıp attım. 

Photo: Stack of Opened Diaries
Stack of Opened Diaries 
Archives of Ontario 

Onları yok etmiş olmam bir yandan üzücü belki, şu an okusam muhtemelen hafızamın derinlerine ittiğim pek çok kıymetli şeyi görürdüm. Ama bir yandan da, atarkenki hissiyatımı biliyorum: bana onca ağırlık hissi veren, ruhumu ezen hisleri kağıda dökmemin sebebi hafiflemekse, onları bir dolabın, çekmecenin içinde, birilerinden saklamaya çalışarak tüm ağırlıklarıyla tutmanın ne alemi vardı ki? Yazdın, senden çıktılar madem, tamamen yolla gitsin kafası. Çok da yanlış bir kafa olduğunu düşünmüyorum hala.



Yoğunca yazıp önce sakladığım sonra attığım bu "ergen ızdırabı" dönemi sonrasında, özellikle üniversite bitip de işe girdikten sonra yazdıklarım hala benim bir şeyler karşısında hissettiklerimden yola çıkıyordu, ama artık o bir şeyler benden uzak, başka hayatlardı. Uzunca bir dönem hayat kadınlarının, ezilen çocukların, çıkış yolu kalmamış insanların hayatları meşgul etti kafamı. "Nasıl yaşayabiliyorlar böyle? Nasıl dayanabiliyorlar?" diye gecelerce gözüme uyku girmediğini bilirim. Onları ve bana hissettirdiklerini içimden atmam gerekiyordu, ben de yazdım. Bir roman girişimim oldu, internette tarihten kayıp insanların fotoğraflarının olduğu bir site bulmuştum; o zaman bana büyük bir kadın gibi görünen, şimdi gözümün önüne geldiğindeyse 20'lerinde, gelişkin bir genç kız olduğunu düşündüğüm, adını Emma koyduğum, kocaman gözlü bir kızla ilgili. bir şeyler karaladım. Çok kısa süre devam etti ve dönmemek üzere bıraktım. 



Öykülere yöneldim. Bir yerlerde, öykünün bir oturumda yazılıp bitirilmesi gerektiğine ilişkin bir şeyler okumuştum; denemeye karar verdim. Bir oturumda değil ama, araya boş gün sokmadan, peş peşe birkaç gün yazarak öyküler bitirdim. Hatta geçenlerde  bir öykü seçkisinde yayınlanan iki kadın öyküsü de o döneme ait.



Sonra hayat daha da hızlı, daha da yoğun olmaya başladı ve yazmam sekteye uğramaya başlıyordu ki bloglar çıktı. Ve burayı açtım. Çok sevdim. Günde bazen iki-üç yazı yayınladığım oluyordu ve resmen elim, sesim, dilim açılmıştı. Ama bunun bir de yan etkisi oldu. Ekrana yazmak, yazdıklarıma - çoğu arkadaşlarım olsa da - gerçek okuyuculardan yorum almak beni sessiz yazılarımdan, kurgularımdan uzaklaştırdı. Yazı yazıdır, bloga da yazsanız, akademik dergiye de, gazeteye de, enerjinizi akıttınız mı musluk bir süreliğine kendini şarj etmek için kapanabilir. Hele ki burası gibi daha günlük, ya da iş için yazdığınız şeyler gibi teknik yazılardan, "yaratıcı" olana geçmeye çalışıyorsanız... İngilizce'den yaptığım çevirileri bundan iki yıl kadar önce bırakma kararı almam bundan. Mesleğim gereği sürekli öğrencilerin yazdıklarını okuyorum, eh çeviri dediğiniz şey birebir yazılmış bir metni yazarın üslubuna, her şeyine saygı duyarak kendi dilinizde baştan yazmak gibi bir şey zaten, bir de roman/öykü yazmaya çalışınca.. tıkandım ve çeviriye verdiğim enerjiyi kendi yazdıklarıma aktarmaya karar verdim.



Oğlumun doğumundan iki yıl kadar sonra, yani on yıl önce ufacık bir işaretle başladığım ve inanılmaz keyif alarak ilerlediğim roman, yorgunluk, yoğunluk, hayat gailesi gibi "bahanelerle" bir yanda kaldı.

Ve ben küstüm. Bildiğiniz, yazmaya küstüm ve uzunca bir süre çeviriler ve nadiren de bu blog dışında, çocukluğumdan beri en tutkuyla yaptığım şeyi tamamen bıraktım. Bilinçli olarak. Ama hani bedeninizde bir ağrı sızı olur, hayatınızı etkilemez, yatağa yatırmaz, doktora gitmeniz de elzem değildir, ama hep hissedersiniz, her gün, her saat sızlar sızlar sızlar ya.. İşte aynı öyleydi o dönem benim için.

Old Stone Bridge at Ardmolich
Old Stone Bridge at Ardmolich



Birkaç yıl öncesine kadar. Bir kitapta okuduğum, sabahları uyanır uyanmaz hiçbir şey yapmadan yazmaya yönelik çalışmayı uygulamaya başlamıştım.  (Evet, tabii ki yazmadığım süre boyunca yazma üzerine n'lerce kitap okudum..) Ve yeni bir roman doğdu, ilerledi, ama bir yerde tıkandı. Çözülmesi için olması gereken bir şey var, o şeyin ne olduğunu da artık biliyorum, ama düşünmemeye çalışıyorum çünkü kalbimi çok ağrıtan bir şey.  Doğan hikayenin tamamlanmadan yok olmayacağına ilişkin inancımdan güç alarak, onu şimdilik dinlenmeye bıraktım. 


Bu arada, 2019 yazı devam ederken ilginç bir şekilde Sri Lanka'yı yazmaya başladım ve iki ay içinde ilk taslağı bitti, elden geçirilip kapı kapı dolaştırılmayı bekliyor şimdi. Biraz daha bekleyecek gibi, çünkü şu an odağım o değil. On yıl önce başladığım o ilk roman. Gördüm ki bir hikaye içinizde doğduktan sonra, araya yıllar da soksanız, henüz çözümlenmemişse içinizde yaşamaya devam ediyor. Müthiş bir şey. Karakterler bıraktığım yerde, mevsim hala o zamanki mevsim, ve sebatla, sadık bir şekilde geri dönmemi beklemişler. Bu yıl içinde tamamlamayı umuyorum, bakalım. Şimdilik iyi gidiyor gibi.

Uzun lafın kısası, yıllarca "yazamadığıma" inandım. Hem de çok kesin bir şekilde. Ama dönüp baktığımda gördüm ki hep yazıyormuşum, o veya bu şekilde. Ve anladım ki yazmak sadece kağıt-kalemle, klavyeyle değil, zihinle de sürdürülen ve oldurulan bir şey. Hatta beynin içinde olup bitenler yazmanın en büyük parçası olabilir. Ve ben yıllarca başarısız olma korkusuyla, 20'li yaşlarında ödüller alan yazarları görüp kendimi beceriksiz hissederek, yazmaya değil getirilerine (yayınlanmak, beğenilmek, isim yapmak, takdir görmek vs.) odaklanarak zaman kaybetmişim. Şimdi ise sadece yazıyorum, basılması-basılmaması, okunması-okunmaması, beğenilmesi-beğenilmemesi ihtimallerine hiç takılmadan. Öğrencilerimin beni sevip sevmemesinden bağımsız bendeki bilgileri aktarmam, bende olanı karşılık beklemeden  onlarla paylaşmam gibi.

İçimde yarattığım hikayeyi vakti gelip de doğurduğumda, elbette elinden tutacağım, destek olacağım, koşulsuz seveceğim, ama onu olmadığı bir şey olmaya, hatta herhangi bir şey olmaya zorlamayacağım. Her doğan kendi hikayesini yaşar ve kendi olmaya, onu doğurandan bağımsız olmaya hakkı vardır. 

Ve şimdi, ilk gençlik dönemimden beri en verimli yazabildiğim bu dönemde, her sabah oğlumu ve eşimi yolcu ettikten sonra kopkoyu, sade kahvemi yapıyor, en geç 7:45 gibi masanın başına oturmuş oluyorum. Eski bahanelerin (yazacak düzgün bir yerim yok, vakit  az, çok yorgunum, olmuyor, iyi yazamıyorum, bitiremiyorum, neden yazıyorum ki vs...) hiçbiri uğramıyor yanıma artık, onlar bile bıkmış benden belli ki, tabii ben de onlardan. Koltukta da yazıyorum, mutfakta da, oğlumun çalışma masasında da, dışarıda da; yorgun da olsam, yoğun da olsam, iyi de yazsam kötü de.. Bitirsem de, bitirmesem de..

İki, bazen üç saat boyunca, sadece o koca kupa kahve eşliğinde, bazen müzikle, bazen evin sessizliğinde, yanı başımda uyuklayan kedim, canım eşlikçim Haydut'un huzurunda yazıyorum ve yazdığımın roman, blog, hikaye ya da anlamsız karalamalar olmasına takılmıyorum. Sürem dolduğunda hafif bir geç kahvaltı,  sonra ver elini okulum, canım kampüs ve pırıl pırıl öğrencilerim. 

Hayatın bir acelesi yok, onu öğrendim. Acele eden biziz. Hırs yapan da. Akış bizden bağımsız; telaş ederek, kuruntu yaparak, mükemmel olmaya çalışarak onun gidişatına taş koyan biziz.

O yine de suyun bilgeliğiyle akıyor, taşın etrafından dönüp, hiç ses etmeden, alınganlık yapmadan, önüne bakarak. 

 


    Kısacık

    Hayat akıyor. Olduğu gibi durduğunu sandığımız şeyler de çok büyük ihtimalle gözün göremediği minimal boyutlarda da olsa değişime uğruyor ve biz her gün değişiyoruz. Hayatlarımız, rutinlerimiz değilse bile aklımız, fikrimiz, duygumuz, tepkimiz.. Fark etsek bunu en güzeli belki, ama fark etmesek de gerçekleşiyor değişim. Bizse hiçbir şey değişmiyor ve hayat kendince ilerlemiyormuşçasına kızıyoruz bir şeylere, üzülüyoruz, kafamızı takıyoruz.

    Hayat bizden büyük.. Bunu kabul ettiğimiz gün onunla savaşmayı da bırakabiliriz belki.