Çağrışımlar





Bu parçayı birkaç hafta önce duyduğumda, "Sanırım daha önce dinledin bunu Elif," dedi iç sesim. O kadar etkilendim ki, dinlemiş olduğum hissinin bir yanılsama olduğuna karar verdim, zira takip eden hafta boyunca tekrar tekrar dinletecek kadar kendini bana sevdiren bir parçayı duymuş ve öylesine dinleyip geçmiş olamazdım herhalde.

Olabilir miydim ya da? 

Belki de o sırada yeni başladığım edebiyat atölyesinde anlatılanlar, gördüğüm yeni insanlar, uzundur uğramadığım Kızılay'ın bana çocukluğum ve gençliğimdeki gibi mutluluk vermek yerine, sanki çok iyi tanıdığım ama bir sebepten artık görüşmediğim için uzaklaştığım, yabancılaştığım yeni, bilmediğim bir yer gibi görünmesi bu parçayı tam da oradan geçerken dinlediğimde etkisini dönüştürdü. 

Hep keşmekeşti Kızılay aslında, hep kalabalık, hep telaşlı.. Ama benim 12 yaşında - oğlum 12 şimdi - evden kendi başıma gitmeme izin verilen ilk yerdi. Bakkal hariç tabii..:) Kızılay'a yürüyerek 15 dakika falandı evimiz ve ben tek başınalığın o ilk cesur halini sanki aradan 30 yıl geçmemiş gibi hatırlıyorum.Yürümenin özgürlüğünü, tekliğin rahatlığını, büyüklerden bağımsız olmanın tadını, ama aynı anda sırtımı hafiften ürperten tedirginlik-heyecan karışımı o hissi. 

Sonrasında, özellikle dershanede çalıştığım dönemde, günlerimin büyük bölümü (gerçekten büyük, günün 12 saati falan..) orada geçti. Geçen hafta yine aynı atölye için gittiğimde adımlarımın benden bağımsız ilerlediklerini fark ettim ve ben olmasam da olurmuş gibi hareket etmelerini izledim. Bir yerler yıkılmış, yeni bir şeyler yapılıyor, dükkanlar değişmiş, eskiden sevdiğim bazı yerler kapanmış yerine yabancı, bana hiçbir şey ifade etmeyen ama belki yeniyetme bir çiftin ilk buluşma yeri olduğu için onlarda iz bırakacak mekanlar açılmış.. Çok şey değişmiş, ama bünyem ezberine almış sanki Kızılay'ı ve maskesi değişmiş olsa da biliyorum altındakini. Ben daha önüme bile bakmadan nereye gittiğini biliyor bedenim. Çok yakın ve çok uzak. Çok bildik ve hiç tanımadık. 

Bu arada Nessi Gomes sürekli kulaklığımın içine fısıldıyor: "Aynıyız hepimiz, kalplerimiz kırık, bağlıyız birbirimize, sevgiyle.." Hem çok kendi içimdeyim o anlarda, hem o ruhunu avcumun içi gibi bildiğim karmaşa merkezi Kızılay'dayım tüm benliğimle, hem de yanından yürüyüp geçtiğim insanları  istemediğim kadar çok duyumsuyorum. Bir yandan kendi isteğimle oradayım, bir yandan da sanki biri beni bunları görmem için kukla ipiyle oraya indirmiş gibi tuhaf bir his. Çokça bilmediğim dil, tekerlekli sandalyede oturan, elinde tuttuğu, gözleri görmediği için renklerini göremediği kocaman, ışıklı, dönen topu satmak için bekleyen yaşlı bir adam, bir sürü genç insan, hiçbir şey yapmadan amaçsızca duvar diplerinde oturan.. Kaldırımlar kırıldığı için toz toprak olan ortalık, ses, çok ses ve karanlığı bastırmaya çalışsa da kendi etrafı dışında pek bir şeyi aydınlatamayan bir sürü yapay ışık.. 

Kulağımdaki müzik fena vuruyor beni. Neden bilmiyorum, o an bilmiyorum. O birbirimize bağlı olma halini duyumsuyorum sanki, aynılığımızı, farklılıklarımıza rağmen.. Geçtiğim sokaklardaki her bir insanın kalp kırıklığı bende sanki şu an, ama kendim olarak değil, herkesle bir olan ben olarak, egomdan bağımsız şekilde, istemsiz etkileniyorum. Kapatamıyorum kendimi etkiye.

Ve son üç yıldır sıkışık hissettiğim her an yoluma kah mum ışığı, kah gerçekleri tüm netliğiyle görmem için canımı yakma pahasına parlak spot ışıkları yansıtan hocamın bugün söylediği bir şeyle şarkıyı ilk dinlediğim ana dönüveriyorum ve o gün hissettiklerim çözülüveriyor içimde: "Takılıp kaldığımız yer, farklılıklarımız. İyi ya da kötü değil, sadece fark."

Bu yazıyı yazdığım sürece kaç kere daha dinledim parçayı bilmiyorum. Ve biliyorum gün içinde dinlemesem de benimle gelecek her yere. Belki bu sayede dut yemiş bülbül gibi ağızlarını bıçak açmayan yeni öğrencilerime içten içe kızmak yerine "onları" görmek için adım atabileceğim bugün. 

Ve yine hocamın sesi kulağımda olacak: "Karşımıza çıkan, hayatımıza giren her şey bize bir şeyi hatırlatmak için."

Hatırlıyorum. Çok yavaş, ama her gün biraz daha..


Rüyaların Yolu*




Bir hafta kadar yoktuk buralarda. Hem birlikte hem de arada keyfimize göre ve kendimizce hareket alanı bulduğumuz bir tatilin ardından şehrimize, evimize, kedimize döndük. 

Çocukken ailemle her yaz gittiğimiz kampta erkenden kalkıp mayomu giyer, bizimkiler kahvaltı için hazırlanırken ben sahile inip o upuzun iskeleye çıkar ve Ege sabahının çivi gibi kesen suyuna atardım kendimi. Denizde hiç kimsenin olmadığı sabah saatlerini çok seviyorum. Hala. Bu tatilde çocukluğum ve ilk gençliğimdeki o rutine döndüm, çok uzun zaman sonra.. Her sabah 6:30-7:00 gibi eşim bisikletiyle kendini çam, kekik ve adaçayı kokan yemyeşil dağ yollarına vururken biz de oğlumla sahile inip yüzdük. O hep daha çok kaldı suda, yaz çocuğu, su kuşu.. Evde, karada bu kadar yavaş olan çocuk, suda balık..

Suyun o erken sessizliğini, serinliğini ve berraklığını, güneşin tepeden üzerimize yağdırdığı ışıltıyı içimize çekerek, az konuşup çok gülümseyerek birlikte yüzmek ikimize de çok iyi geldi sanırım. Okul-iş koşturmacası olduğunda bunu yapmaya çok fırsat bulamıyoruz..

İkinci gün kendime bir kahveci buldum. Kahveci sayılmaz aslında, kafe, ama kahvesi nefisti ve benim ilk yüzme-kuruma seansımdan hemen sonra açılıyordu. Kuzuya portakal suyu, kendime sert bir sade kahve alıp tekrar deniz kıyısı.. Yanında ufak atıştırmalıklar.. Kuzu kitabını okur ya da tekrar suya girerken, ve bazen de sadece oturup uzakları seyrederken, ben bol bol yazdım. Ve uzun zaman sonra bir şeyler de çizdim. Karakalem. En sevdiğim. Denizin kollarına kendimi her bıraktığımda, üzerinde çalıştığım kitabımın başka bir penceresi açıldı ve içeri o ana kadar fark etmemiş olduğum sesler, kokular ve görüntüler girdi. Minnet duydum, çokça.. Yine. 

Yeni sabah rutinlerine geçerken genelde zorlanan ben, sanki hayatım boyunca böyle yaşamışım gibi yaptım bunları. Her gün. Hiç sızlanmadan, hiç sıkılmadan, hiç rutin gibi gelmeden.. Ve çoğumuz gibi o cümle düştü aklıma. "Buralarda yaşamak lazım." 

Ve bu kısacık ama derin tatil bir şeyi daha (bir kez daha) fark etmemi sağladı. 

Her şey izlenimlerimizden ibaret..

Çocukluğumdaki o kampa giderken hep durakladığımız bir mola yeri vardı. Kocaman bir köprünün, gürül gürül akan bir ırmağın, bir sürü yeşil başlı ördeğin, arkada devasa taş bir binanın olduğu ve kardeşimle birlikte ördeklere ekmek attığımız. O kadar canlı, o kadar net ki görüntü bende hala.. Giderken sapağı kaçırdığımız için duramadık, ama dönüşte molayı orada verelim dedik. O kadar heyecanlandım ki bu sefer kaçırmayalım diye varmadan önceki 10-15 dakika boyunca haritaya baktım. Ve kaçırmadık.

Ama bambaşka bir yere indik.. Evet köprü vardı, ama korkunç bir maviye boyalıydı ve küçücüktü. Su da akıyordu tabii ki ama hatırladığımdan daha sakin ve alçaktı; ortasında da kocaman bir fıskiye vardı. Bir sürü yeşil başlı ördek değil, sadece iki tane beyaz ördek (kaz?) vardı. Kardeşimle ördeklere ekmek attığımız yerin üstü çirkin bir şekilde kapatılmış ve içerisi lokantamsı bir yere dönüştürülmüştü. Hatırladığım gibi olan tek şey arkadaki taş binaydı ve çok güzeldi, ama o da hafızamda yer ettiği halinden epey küçüktü.

Tam bir hayal kırıklığı. Hayallarimdeki yer ve ortasına inen balta.

"Hadi," dedim eşime. "Gidelim. Burası orası değil." 


Sanırım bazı şeyleri hatırladığımız şekliyle bırakmak en güzeli. Çocukluğumun neredeyse her yazının iki haftasını geçirdiğim o kampı da bir daha görmek isterim diyordum mesela; artık istemiyorum. Orası bende öyle geniş, öyle naif, öyle ferah bir yer ki korkarım artık onu bozmaktan. Belki iskelesi hatırladığım kadar uzun değildir ya da o her tonda pembe çiçekler hiç olmamıştır. Varsın olmasın, ben gördüm ya hepsini.


Oğlumla sabah keyiflerimizden birinde karşımdaki dağları, güneşin suya bıraktığı milyonlarca ateş böceğini - benzetme kuzunun, hak yemeyeyim :) - ve bakmaktan asla bıkmadığım muhteşem gökyüzünü seyrederek yazarken, kitabımın bir sahnesi geldi oturdu önüme. Ve her daim esin kaynağı Salvador Dali. Onun o muhteşem hayal gücü, baktığı yerde gördükleri ve bize onun gibi göremeyeceğimiz şeyleri gösterme cesareti ve estetiği.. Bana o satırları yazdırdığını düşündüğüm yapıtını aradım internette. Bulamadım.
                                                                                                           
Çünkü yokmuş.

Şimdi elimde oğlum 2 ya da 3 yaşındayken bir fuardan aldığım ve artık okumadığı çocukluk kitaplarının çoğunu aralıklarla dağıtmama rağmen kendime sakladığım bir kitap var. Zihnimde beliren o resim bana aitmiş meğer. Dali'nin hayatıyla ilgili bu çocuk kitabının bu sayfası bende ne kadar yer ettiyse artık, kendimce başka bir resim çizip kaldırmışım rafa. Dali'nin gerçeküstü izlenimi, Deli'de başka bir gerçeküstü izlenime dönüşmüş. İnsan kafası inanılmaz bir şey değil mi? (Fotoğrafı bahsettiğim kitaptan çektim. *Salvador Dali ve Rüyaların Yolu. Yazan: Anna Obiols. Çizen: Joan Subirana.)

Hatırladığımız her şey, biz onları nasıl hatırlamak istiyorsak o halleriyle beliriyor zihnimizde. Hem iyi, hem de kötü olanlar. Yaşadığımız gerçeklikler var, evet, ama hem o gerçekliğin yaşandığı anki yorumlarımız, duygularımız, tarafsız olamama halimiz, hem de sonrasında o anı hatırlamaya çalıştığımızda aklımızda kalan parçalar, bizim yarattıklarımız. Ve biz sürekli yaratıp yaratıp kutulara koyuyoruz bir şeyleri. Bir insanın gerçekliğini asla bilemeyecekken mesela, onunla ilgili bir fikir/söz/yargı yaratıp biz yarattığımız için öyle olması gerektiğinden çok emin oluyoruz. Sonra onun aslını şöyle bir göz ucuyla bile görme şansımız olursa da, şaşırıyoruz. 

Evet orada, o deniz kıyısında yaşamayı, her sabah oğlumla orada yüzüp sonra sessizce kahvemi içmeyi ve eşimin bisikletle keşfettiği dağ yollarındaki köylerde bardaklardan taşan yayık ayranları içip iki bin yıllık o çam ağacının altında yeni yazılar yazmayı  çok isterdim. Ama bunu şu an burada, evimin dağınık salonunda, oğlum içeride uyurken, kedim halıda göbeğini yalar ve arada bana süzük gözlerle bakarken de yapabilirim. Birkaç gün sonra yaz okulu başlayıp moralsiz öğrencilere ders anlatırken, bir aylık ara sonrası tekrar başlayacağım yoga derslerimi verirken ve hatta akşamları yemek yapıp bulaşık yıkarken de yapabilirim.

Çünkü ben ne düşünürsem o. 

Çünkü hayal gerçekten bir güç. Ve ne para istiyor, ne pul.



Cetveldeki Çentikler

2019 Daylight Savings Time clock changes will be your last


Zaman tuhaf bir şey, hepimizin malumu sanırım.. 

Hatırlamadığın bir an doğmuşsun, sonra zaman geçmiş doğduğun evden uçup gitmişsin, bir bakmışsın kucağında bir bebek, ve yine bir bakmışsın o bebek kocaman olmuş, ayakları seninkilerden büyük, yolda yürürken artık elini tutmuyor ve sesi o kadar değişmiş ki bazen başkası konuşuyor sanıyorsun. Her yaşı, her anı aklında aslında, unuttuklarını da bir çekmeceye sıkıştırılmış bir defterin sayfaları hatırlatıyor bazen ve o ne kadar büyürse büyüsün, değişmeyen şeyler oluyor: ona duyduğun sevgi, onu koruma içgüdün ve onun için hep en iyisini istemek gibi.

Doğan büyüyor işte dedikleri gibi. Biz şanslı olanlar tabii bahsettikleri. Çok şükür. 

Bir de hayatın devam ederken yeniden doğduğun ya da kendini doğurduğun zamanlar var. Onlar da genelde unutulmuyor, çünkü içinde sürüklenip gittiğin döngüler sayıca daha çok genelde ve uyanış yaşadığın anlar sivriliyor bunların içinde. Kişisel tarihine baktığında bir devri kapatıp yepyeni bir devri açtığın çok fazla şey olmuyor aslında. 

Dönüm noktaları dediğimiz şeylerden bahsediyorum; yani her yeni sevgili, her yeni iş, edindiğin her yeni uğraş ya da arkadaş veya gittiğin her yeni ülke değil bahsettiğim. Düz yolda giderken karşına çıkan yeni bir şeye dahil olmak değil. Yürüdüğün yolu tamamen arkanda bırakıp, hatta bazen yakıp yıkıp, gireceğin yeni yolu kendin çizdiğin zamanlar. Kişisel tarihlerimizin kişisel devrimleri.



Iris - Broken Bridge (by Laitma at DeviantArt)


Hani hayatınızın tamamen değişmek üzere olduğunu sezdiğiniz anlar olur ya. Onlardan bahsediyorum. Uygulamaya geçmek bazen zaman alsa ve süre uzasa da, o değişim çağrısını hissettiğiniz ilk an süreç başlamış oluyor aslında. Kulaklarınızı tıkayıp, gözlerinize hiç ışık geçirmeyen kapkara bantlar takıp beyninizi uyuşturarak eski yolu tekrar tekrar yürümekte ısrar etmez ve birkaç köprüyü yakıp gerekirse ırmağın deli sularını yüzerek geçmeyi göze alırsanız, bilmediğiniz dünyalara adım atıp kendinizden yeni bir insan yaratma şansınız oluyor. Başta bunu bilmeseniz ve geride bırakmak zorunda kaldığınız şeylerle boğuşmaya devam ediyor gibi görünseniz de.

Güneş de doğar doğmaz ısıtmıyor sonuçta dünyayı değil mi? Ama doğduğu an başlıyor yeni gün ve ışığı gözümüze bir kere girdiğinde parlaklığını inkar etmek imkansız hale geliyor.

Zaman kalıplarına ilişkin dil bilgisi anlattığım derslerde, öğrencilerime kafaları karışınca kullanmalarını önerdiğim zaman çizelgesi ya da tarih cetvelinin bir benzerini çizeceğim şimdi sanırım oturup. Nerede başladı benim tarihim, hangi noktaların arasında neler oldu ya da pek bir şey olmadı, neleri unutmuşum ve şimdi durup düşününce tekrar hatırlıyorum ve hangi büyük noktalarda geri dönüşü olmayan koca çentikler atılmış cetvelime..

Tarih denen şeyi yazmak biz insanoğluna mahsus bir durum malum; ve yazılan her tarih savaşları, yenilgileri ve yıkımları olduğu kadar devrimleri ve zaferleri de içeriyor. Fark etmek lazım. 



Yorum Okuyanın :)

                           
                      books and people ile ilgili görsel sonucu
                                          Görsel: https://www.bbc.com/news/magazine-24399599

Geçenlerde Oğlak burcu insanlarıyla ilgili yarı geyik yarı ciddi paylaşımların yapıldığı bir sayfada şöyle bir ifadeye denk geldim: "Oğlaklar müthiş okurlardır. Kitap okumuyorlarsa, insan okuyorlardır." Keh kez dedim, güldüm geçtim. Şu an aklıma geldi. Nereden, hangi çağrışımla, hiçbir fikrim yok.

Aslında hepimiz insan okuyoruz kendi çapımızda. Kitap okuyup okumamamızdan bağımsız olarak. Kimimiz dışına, kapağına kapılıp başlıyoruz okumaya ve içi kapağı kadar şatafatlı olmasa da sırf bitirmedim dememek için sonuna kadar dayanıyor ya da atlaya atlaya okuyoruz; kimimiz ne kadar boş olduğunu anladığımız anda kapağı kapatıp "Bir daha kapağa göre kitap seçmeyeceğim," diyor ve arayışa devam ediyoruz.

Bazılarımız daha seçici oluyor. Kapağa elbette değiyor gözü, ama ilk birkaç sayfayı sessizce okuyup gidişata, tonuna, verdiği hissiyata bakıyor ve kendisine hitap eden bir şeyler yakalarsa gerçekten okumaya koyuluyor kitabı. Ve bu şekilde temkinli de başlasa her an o hikayenin ya da anlatımının kendisine göre olmadığını fark edip bırakma/bırakmama yönünde tercih yapması gerekebiliyor. Bazense kana kana su içer gibi, aralarda durup nefes alıp sonra aynı aşkla tekrar dönerek okumaya devam ediyor insan. Bitince hayatında değilse bile içinde bazı taşlar yer değiştirmiş olarak.

Kimi okur takıntılı bir şekilde sadece belli yazarları okuyor. Hep aynı üslup, hep aynı bakış açısı, hep aynı söylemler, fikirler.. Her yeni kitap, aslında güvenli alanından çıkmamasını sağlayacak eski kitabın bir benzeri oluyor bu kişiler için. Bunlar yazanın söylemlerini öylesine benimsiyorlar ki her yerde her durumda onları anlatıyorlar. Şunu demiş, aman da ne kadar güzel demiş, aşmış bu adam aşmış. Ayaklı/dilli fahri temsilcilere dönüşüveriyor böyleleri. Eleştirirseniz mutlaka hafif gerilimli bir cevap geliyor, bir savunma, sanırsınız babasının kitabını eleştirmişiz, hatta onun!

Bazısı ise hiçbir şeyi ve hiç kimseyi beğenmiyor. Onun üslubu zayıf, bunun konuları işleyişi yavan, şunun meseleleri sıradan, filanca fazla ağdalı bir dil kullanıyor, falancanın cümleleri de aşırı basit... Her şeye bir kulpçular bunlar. "Neymiş arkadaş," diyorsun. "Biz bir halt anlamıyoruz herhalde bu işten.. Kendi yazıp kendi okusa ya madem."

Bir de yeni hiçbir şey okumadan, sadece eskiden okuduklarından edindiği "izlenimler" ve "hatırladıklarıyla" karşınıza çıkan, aslında hakkında hiçbir fikrinin olmadığı kitaplarla ilgili ahkam kesenler var. Bunları gözlemlemek epey ilginç. Zaman zaman da bunaltıcı.

Bu kitap/insan okuma benzetmesi aklıma bir aralar ODTÜ şenliklerinde düzenlenen "Yaşayan Kütüphane" etkinliğini getirdi. Temelde etnik, sosyal, kültürel, mesleki veya cinsel kimlikleri nedeniyle önyargılara maruz kalmış veya toplum tarafından dışlanmış insanları, aynı gerçek bir kütüphanede olduğu gibi, o sırada okuyan kimse yoksa seçip, size verilen süre boyunca okuyabilme imkanı bulduğunuz epey ilginç ve cesur bir etkinlikti. Tabii okuyanın tarafsız kalabilmesi, hikayeye ne ölçüde yorum kattığı, ne önyargılarla okumaya başladığı, nasıl bir yüzeysellik ya da derinlikle yaklaştığı gibi çok düzlemli bir yaratım söz konusuydu burada. Etkinlik artık yapılmıyor; ama isteyen her gün, her an karşılaştığı insanlara yeni birer kitap gözüyle yaklaşabilir istese. Ben üniversite öğrencisiyken bazı konularda etki altında kalırım, fikrim değişir korkusuyla belli kitapların kapağını açmaya çekinen arkadaşlarım vardı. İlginç gelmiştir bana hep. İşte insanlara da bu şekilde yaklaşıyoruz sanırım genelde. Maalesef.

Ben edebiyat okudum. Okulda edebiyat öğrenimi görmeden önce de hep edebiyat okudum, gördükten sonra da, ve hala okuyorum. Edebiyat yorum demek. Altını kitapta, satır aralarında da olsa bulabildiğin desteklerle doldurabildiğin sürece her tür yoruma açık  sayısız "yapıt" demek. Ancak biz ne ile desteklersek destekleyelim, yorum her zaman yapana ait, yazana değil; onu unutuyoruz çoğumuz. Tam da bu yüzdendir ki bir kitabın pek çok farklı yaklaşıma ait sayısız yorumu oluyor.

İşte karşılaştığımız hemen her insana da bunu yapıyoruz biz. Söylediği bir sözden, yaptığı bir şeyden, kimlerle arkadaş olduğundan, hangi takımı tutup hangi politik partiye destek verdiğinden, bir inancı olup olmadığından (bize neyse), karakterinin bize göstermeyi tercih ettiği kısımlarından yola çıkıp "yorum yapıyoruz". O kişiyi, o kitabı "kendimizce" anlıyoruz; bir de çok anlıyormuş gibi gidip başkalarına anlatıyoruz. Aferin bize.

Bir kitapla ilgili yapılan yorum nasıl eleştirene ya da okuyana aitse, bir insanla ilgili yapılan her yorum da onu ancak sınırlı şekillerde tanıması mümkün olan yorumcuya ait. 

O yüzden de çok edebiyat parçalamamak, her şeyi ve herkesi çözmüş gibi ahkam kesmemek lazım. O kitabı yazan ve o hayatı yaşayan kişi siz değilseniz, yorumunuz ancak o kitabı/kişiyi kendisi okumaya üşenip sizin sınırlı ve kişisel bakış açınızdan öğrenmeyi tercih edenlere cazip gelecektir. 

Kendiniz okuyun mümkünse. Kitabı da, insanı da. Üşenmeyin. Asla yazarı ya da yaşayanı için ifade ettiği şeye ulaşamayacak olsak ve her düşündüğümüz yorum olarak kalacak bile olsa, en azından bir başkasının o anki yaşamsal algısı, ihtiyaçları ve pek tabii ki egosuyla şekillenmiş bir hikaye yerine, sizin almanız gerekenleri bulabileceğiniz bir hikaye olur karşınızdaki.

Kitaplar güzeldir. İnsanlar da. Başkalarından dinlemeyin onları; bu ikisine de haksızlık olur. (Elbette kendime de not. Her zaman.)


Anlayamadıklarımız

                           

                                   samadhi 1

Anlam hayatım boyunca peşinde koştuğum bir şey oldu sanırım. Sözcüklerin anlamları, sanatçıların yapıtlarına yükledikleri anlamlar, insanların birbirine neden şöyle veya böyle davrandığının anlamı, inancın, duyguların, tepkilerin, ihtiyaçların, ilişkilerin, ailenin, dostluğun, edebiyatın anlamı. Doğadaki düzenin, günden güne bir anda ve tamamen değişebilen akışın, mutluluğun, hayatın ve ölümün anlamı.

Bir şeyi anlamlandıramadığımda, kafamda ona anlamıyla birlikte bir yer açamadığımda, illa ki bir süre çabalayıp sonra vazgeçtiğim zamanlar oldu. Örneğin, bir dönem, Kant'ın Prolegomena'sını okumam gerekmişti ve dil delisi bir insan olarak kitabı hem Almanca'dan İngilizce'ye, hem İngilizce'den Türkçe'ye, hem de doğrudan Almanca'dan Türkçe'ye çevirilerinden okumayı denedim. Olmadı. Hiçbir şey anlamıyordum. Anlam dille ya da bilgiyle ilgili değildi demek ki. Kafası pratik bilgiyle ve örneklerle çalışan biri olarak, Kant'ın her uzata uzata anlattığı şeyin arkasından, "Hah, şimdi örnekleyecek herhalde bu durumu," diye bekledim. Örneklemedi. Her şey havada asılı kalıyordu. Epey küfür yedi benden. Gerçekten çok uğraştım (bence), ama olmadı ve nihayetinde bıraktım. Kitabı, Kant'ı anlama çabasını, ve hatta uzun vadede, bu kitabı okumamı gerektiren yüksek lisans programını.

Bir kitabı anlayamayınca bile bu kadar canı sıkılan, morali bozulan, kapıdan girip bacadan çıkarak o anlama illa ki ulaşmaya çalışan bir insanı, varın bir de hayatın içinde hayal edin. Gülümseyerek günaydın dediği biri kafasını çevirdiğinde, çok emek verdiği bir şeyle ilgili olumsuz ve bazen beklenmedik sonuçlar aldığında,  hak etmediğini düşündüğü bir durumla karşılaştığında, her şeyi kendiyle ilgili sanacak kadar daracık bir alana sıkıştığında, meditasyon yaparken "bir şeyler" daha önce hiç deneyimlemediği şekilde şeffaflaştığında, insanlar ölüp gittiğinde..

Yukarıda gördüğünüz fotoğrafın çekildiği yer mesela. Çok gezen bir insan değilim, ama hayatımın en tuhaf, en "anlayamadığım" zamanlarından olan Sri Lanka yolculuğunda gittiğimiz ilk antik şehir olan Anuradhapura'da karşımıza çıkan Samadhi Buddha heykeli bu. Türkiye'ye döndükten hemen sonra ilk yoga eğitmenlik eğitimime başlama sebebim olan yer Sri Lanka. Ve evet, bu heykel. Taşa oyulmuş, ağzı, dili, sesi olmayan bir "nesne". Ama hayatımda hiç hissetmediğim bir şeyi ilk orada hissettim ben. 

Yerel halktan, beyaz giysili, koyu renk saçlarını at kuyruğu yapmış bir kadın parlak, koyu pembe çiçekler bıraktı önündeki yere ve dua etmeye başladı. Ve ben yine "anlayamadığım" bir şeyin içindeydim işte. Çözemediğim bir "his" vardı. Gözlerim doldu, ağladım ağlayacak haldeydim. Ama hüzün ya da kederle değil, tanımadığım o "hisle". Oradaki havayı, etrafımı incecik, ipeksi bir tülden bir şey sarıp sarmalamış hissi. Belki inançlı insanların hep hissettiği bir şeydi bu; benim içinse bir ilk. Sonradan o ana defalarca döndüğümde gördüm ve hayret ettim ki, anlamlandırma girişimim olmamıştı. Sadece vardı ve çok gerçekti. Ne anlama geldiğinin, etrafımı gerçekten bir şeyin sarmış olup olmadığının, benim Buddha'ya ya da başka bir şeye inanıp inanmamamın, gözlerimin dolmuş olmasının.. hiçbirinin belli bir anlamı yoktu ya da belki çok anlamlıydı. Sorgulamamıştım. Sadece eşime dönüp, "Beni bir 10-15 dakika bırakır mısın burada?" dediğimi hatırlıyorum. Nedenini bilmeden. Ne hissettiğimi anlamadan. Baktığım şeyin adının "Samadhi* Buddha" olduğunu bile henüz bilmiyorken. 

Bu yazı bile bir anlamlandırma çabası aslında, farkındayım. Ne kadar olanı olduğu gibi kabul ediyorum, her şeyin muhakkak bir sebebi var ve ben göremesem de bu kaosun içinde müthiş bir düzen var desem de, anlayamadığım şeyleri bu yazıyla bir kez daha dillendirip bir kutuya tıkıyorum, farkındayım: Deli'nin Anlaşılmayanlar Kutusu. 

O kutunun kapağını açıp içine doldurduğum her şeyin serbest kalmasına ve sadece oldukları halleriyle var olmalarına izin verdiğimde, belki yine anlamayacağım ama daha huzurlu olacağım sanırım. Bu olduğunda, bu blog da kendi kendini imha edecek belki ve farkına bile varmayacağız.


*"Samadhi", en bilinen tanımıyla Hinduizm, Budizm ve yoga gibi doğu öğretilerinde, ölümden hemen önce ya da ölüm anında, Bireysel Ruh'un tüm evreni algılayıp Sonsuz Ruh'la bir olduğu, insan bilincinin kozmik bilinçle bütünleştiği durum. 



Ses 1-2

Bir yıldır yazmamışım neredeyse buraya. Yarım kalan bir şeye baştan başlamak sıfırdan başlamaktan daha zor oluyor sanki. Yüksek lisans jürimi kaçırıp programdan atıldığımda ve beş yıl sonra afla tezime kaldığım yerden devam etmeye başladığımda da aynı şeyi düşünmüştüm. Yarım bıraktığım öykülere, romanlara geri döndüğümde de, kağıt üzerinde olmasa bile kafamın içinde bir şeyleri sıfırlamam gerekiyor; yoksa gitmiyor, ilerletemiyorum.

Ve bazı şeyleri de yarım bıraktığını sanıyorsun, ama aslında bıraktığın yerde bitmiş olmaları gerektiği için geri dönüşü olmuyor. 

Öğreniyorum. Hala. 

Bu blog hangi kategoriye giriyor göreceğiz ilerleyen günlerde.. Yarıda kalmış ama zor da olsa bir dönüşü olacak mı, yoksa bitmiş gitmiş ve zorlamanın manası yok mu..?

Bakalım..