Kilit de sensin, anahtar da..




Son iki haftadır uzun zamandır girmediğim bir ruh haline büründüm. Sebepleri malum.. Özet bile geçemeyecek kadar yorgun ve üzgün, hem aklım, hem kalbim..

İlk defa böyle olmuyorum tabii ki, çünkü ilk defa olmuyor bunlar dünyamda, ülkemde, şehrimde.. Ama dedim ya, uzundur böylesi ağır bir hava çökmemişti üstüme. Uzundur izin vermemiştim..

Alnımın içine ve göz kapaklarımın üstüne kum yığmışlar gibi sanki. Ellerim, bileklerim zar zor kaldırıyor bir şeyleri. Ayaklarım benden bağımsız gidiyor işe ve yine benden bağımsız dönüyor eve. Bir bakıyorum yemek yapmışım, bir bakıyorum ödev kağıtlarını okuyup bitirmişim, bir bakıyorum saatlerdir anlamadan televizyonun karşısında yatıp kalmışım.. Kafamın içi epeydir olmadığı kadar çok şeyle dolu. Kaygı, korku, öfke, umutsuzluk, hüzün, çaresizlik.. Ama en ağırı kalbim sanırım. Alabildiğinden fazlasını çektirmeye çalıştığınız eski bir sünger gibi. Bir sıkıp bırakayım diyorum, parçalanır diye vazgeçiyorum..

"Bahara geçişlerde hep böyle olursun sen Deli," diye avutuyorum arada kendimi. "Birkaç haftaya geçer."

Birkaç hafta çok uzun böyle olmak için ama.. Dibe vurabilir insan.

Neyse ki çok sebebim var dibe vurmamak için. Ev, iş, ailem, öğrencilerim.. Kendim de bu sebeplerden biri olmak isterdim ama bu ara pek iyi değil kendimle aram.

Yin yogayı suçlayacak oluyorum arada bu halim için. Hem de sıklıkla. Eğitmenlik eğitimine başladığımdan beri normal yoga rutinimi bıraktığımı fark ettim geçenlerde. Yine bahanelerim vardı. Kış, soğuk, grip, iş-güç, yorgunluk, yoğunluk, yin'in insanı pek de öyle musmutlu etmeyen etkileri.. Halbuki hiçbir şey bilmeden yin derslerine gittiğim dönemde ne de iyi geliyordu. Gözlerim dolsa da arada, mutlu çıkıyordum derslerden. İçim titriyordu hocanın bazı sözlerinden. Yang derslere de düzenli gidiyordum ama o aralar. Üşensem de gidiyordum, yorgun da olsam gidiyordum.. Bilmeden dengeliyormuşum içimi.. Şimdi, dengelemem gerektiğini alenen bildiğim halde, zorunlu girmem gereken ders haricinde çok nadir gidiyorum.

Hep bir bahaneler zincirim var sanırım.. Bu eğitime başlamadan önce de, stüdyoda yoga yapmaya başladım diye ev rutinimi öldürmüştüm zaten. Önceden neredeyse her gün, ha az ha çok, tek başıma, evimin sessiz, huzurlu ve kalabalıktan uzak ortamında yoga yaparken ve bunun getirdiği (her açıdan) olumlu hallerin uzundur keyfini sürmekteyken, haftada iki stüdyoya gitmek yetiyor hissi yarattı ve yavaş yavaş falan değil, pat diye terk ediverdim o kadar emek verdiğim, oturtmak için uzun zaman uğraştığım düzenimi. Halbuki sabah beşte-altıda, daha kimseler uyanmamış ve bazen güneş bile doğmamışken kalktığımda daha tatmin ediciydi sanki yoga benim için; daha gerçek, daha içten. Evet bazı duruşlarım yanlıştı belki, hizalanmalarım yamuk.. Bilmiyordum belki falanca pozun neden filanca şekilde hissettirdiğini, ama sezgisel bir şekilde bana iyi gelen şeyleri öğrenmiştim, fiziksel ve ruhsal düzlemde.. ve kendi kendime iyi gelebiliyordum. Şimdi ise onu doğru mu yaptım, bunu yapınca şu mu olacaktı, ayağımı şöyle mi tutuyordum, bu hareket falanca meridyeni mi etkiliyordu filancayı mı, şunu yaparken içime mi kapanıyordum sanki, hoca nasıl başladı derse, o pozda kaç dakika tuttu, bu pozdan nasıl çıkardı, geçişi hangi hareketle yaptırdı, öğrenciler pozda beklerken neler anlatıyor..?

Düşünmekten hissedemez oldum yogayı. Belki de bu daha sonrası için planladığım daha uzun ve zor olan yoga eğitmenlik eğitimini alıp almamayı bir kez daha düşünmem gerektiği anlamına geliyor. Belki de ben, her ne kadar öğrendiğim şeyleri ihtiyaç duyan başkalarıyla paylaşmaktan çok keyif alan bir yapıda da olsam, yogayı sadece öğrenci olarak yapmalıyım, eğitmen olarak değil. Belki de bu eğitim bittiğinde artık başka eğitim almamalı, stüdyoya gitmeyi de bırakmalı ve sıfırdan ev-yoga pratiğimi düzenlemeliyim yeniden. Hangi yolu seçersem seçeyim, beni mutlu eden şeyi en baştan keşfedip hatırlamam gerekiyor.

Çeviri de almamalıyım bir daha sanırım. Sanırım?? Her kitap çevirisinde olduğu gibi günler ben sayfalara hiç dokun(a)madan hızla geçmeye başladı yine. Yine son ana bırakacak ve hem çeviri yap(a)madığım bu dönemi, hem de teslim etmeye uğraşacağım son anları büyük stres altında geçireceğim/geçiriyorum. Neyin hırsı ki bu? Neden "bu kitabı ben çevirmeliyim" dedim ki? Onun yerine oturup o bitmiş halini görmeyi çok istediğim kitabımı yazsaydım ya? Bir iş yapıyor görünmektense, sadece çok sevdiğim için, iyi ya da kötü olmasını umursamadan istediğim şeyi yapsaydım ya? Hayat insanın kendini bile bile gereksiz streslere sokması için çok kısa değil mi? Aptal mıyım acaba, fazla mı azimli, yoksa azmin ötesinde gereksiz bir kendini ispat etme hırsı mı bu? Bir sürü şeyi aynı anda yapıp hepsinden de yüzünün akıyla çıkabileceğini gösterme ihtiyacı? Kime? Neden?

Bu bir güç değil. Bu bildiğin zayıflık. Daha ne kadar süreceğini bilmediğin ömrünü kendinden, ailenden ve sevdiğin diğer her şeyden çalmak bu. Yani saçmalık. Daniskası hem de.

Şimdi yapmam gereken (gerektiğini hissettiğim daha doğrusu, çünkü tıkanmış ve köşeye sıkışmış hissediyorum kendimi) - zamansal, fiziksel ve zihinsel olarak nasıl yapacağımı şu an bilmemekle beraber - elimdeki çeviriyi mümkün olduğunca az acı çekerek, belki de geçici bir süreliğine kendimi bundan keyif aldığıma inandırmak yönünde çeşitli numaralarla kandırarak bitirip, iş yerinde almam gerekenden fazla yüke, kim ne der diye düşünmeden, eskiden olduğu gibi hayır demeye başlayıp, hala gündüz rüyalarımı renklendiren o büyülü yeri ve bendeki hikayesini ufak ufak da olsa yazmaya başlamak.

Hayat keyif almadığın şeyleri  yaşantının orta yerine - hem de kendi özgür iradenle - koyup yolu tıkamak için gerçekten çok kısa. Kendini aslında mecbur olmadığın işlerle dolu bir odaya sen kilitlediysen, anahtar da sende olmalı. 

Hadi karıştır ceplerini, olmadı bir tel toka bul bir yerlerden idareten, ve tekrar özgür bırak kendini.

Uyanış







Yine neredeyse beş ay olmuş buraya uğramayalı.. Arada girip yazacak oluyorum, sonra toparlayamayıp vazgeçiyorum. 

Hayat okulla, evle, yogayla, kitaplarla akıp gitmeye devam ediyor. Çeviri ve yazı da bu akışın içinde elbette, ama en durağan halleriyle. Arada alevlenip bünyemi sarıyorlar, sonra yorgunluk, koşturmaca ve başka bahaneler gelip söndürüyor alevi ve onları kendi dumanında boğuyor. Tekrar göz gözü görür hale geldiğindeyse kötü bir koku ve beyaz duvarlara sinmiş isten başka bir şey kalmıyor. O is, takip eden yazısız ve çevirisiz günlerde hep duvarda oluyor, sinir bozucu bir hatırlatıcı olarak.


O kadar hızlı geçiyor ki zaman, ne zaman hangi planı programı yaptım da hangi ara uygulamadım, oğlum hangi ara kucağımdan yere indi de bana Star Wars'un her bir ayrıntısını anlatacak ya da açı türlerini falan öğrenecek kadar büyüdü..?

Dünyanın öbür ucundaki o koca gülümsemeli küçük adaya ne ara gittim de kalbimin koca bir parçasını orada bırakıp döndüm? Başka bir yere gitseydim de böyle mi hissedecektim? Neydi orada beni bu kadar büyüleyen şey? Bizimkine çok benzeyen sosyo-ekonomik koşulları, politik çalkantıları ve korkunç trafiğine rağmen beni olabildiğine dinginleştiren, içime ve yüzüme sıcacık bir gülümseme yayan, sanki aslında hep oradaymışım ama aynı zamanda hiç gitmemişim gibi hissettiren şey neydi? Ve nasıl olur da sadece on günlüğüne gittiği bir yeri bu kadar özleyebilir insan, rüyalarında görür, hayalini kurar, resimlere bakıp bakıp hala bir parçasının kilometrelerce uzaklıktaki o gözyaşı damlasında olduğunu hisseder?


Tatil değildi Sri Lanka benim için. Bir tür uyanıştı. Kendimle, değer verdiğim şeylerle ilgili, içimde belli ki uzundur uyumakta olan başka bir Deli'yla ilgili bir uyanıştı. Uzun zamandır tanıdığım, sevdiğim, çok değer verdiğim, ama varlığını bile unutmuş olduğum sakin, sürekli gülümseyen, çocuk gibi huzurlu, mutlu bir Deli. Ruhumun, kendini şehrin ve iş hayatının karmaşasından korumak için derinde bir yerlere saklanan ve orada sabırla geri çıkacağı günü bekleyen diğer yarısıyla buluştum sanki. Ne çılgınca korna çalıp ölümüne manevralar yapan şoförler gerebildi o Deli'yi, ne altı saatlik fil safarisinde tek bir file bile rastlayamayıp üstüne bir de kızgın güneşin altında çamura saplanıp kalmak, ne fiziksel anlamda yorgunluktan bitap düşmek, ne de günlerce aynı pis kıyafetleri giymek zorunda kalmak. 


Sanırım bizi bu kadar yoran, geren, sıkıcı yapan şey sorumluluklarımız. Ev, iş, aile, arkadaşlar, çevre.. Ama yine de dönüp gelmek istediğimiz bunlar. Hem de koşa koşa. Çünkü gözle görülür hiçbir sorumluluğunun olmadığı bir yerde zaman ve mekandan bağımsız dolanıp dururken, sakince, gerilmeden ve yargılamadan bir durup düşünme fırsatı buluyor insan. Hatta durup düşünme değil, hissetme. Sevdiğini, sevildiğini, özlediğini, kalbinin senden bağımsız olarak hep çarptığını, içinde bir yerlerde senden başka bir sürü senin yaşadığını ve hepsinin aslında bir arada güzel olduğunu, birbirini tamamladığını. 


Gördüm ki, 40 yaşıma merdiven dayamış haldeyken bile çocuk gibi tasasız olabiliyorum istersem. Ve alabildiğine mutlu, huzurlu. Bu demek değil ki huzurumu kaçıran şeyler olmayacak artık, elbette oluyor, olacak da.. En başta da kendim.. Ama bunun da bir an olduğunu ve gelip geçeceğini hatırlatabiliyorum artık en azından kendime. 40'a doğru büyümek, olgunlaşmak yerine, bir çocuğun saf öngörüsüne, yaratıcılığına, önyargısızlığına, affediciliğine, karşılıksız verdiği sevgiye ve kendini olduğu gibi, her şeyiyle o an uğraştığı şeye verebilmesine özlem duyarak bebek adımlarıyla o ben'i bulmaya çalışıyorum sanırım.

Olabildiği kadar.. Her şeyi ve herkesi anlayamasam da iyi niyetimi korumaya, yargılamadan sevmeye, hoşgörmeye ve olduğu gibi kabullenmeye çalışarak, ve bazen hatalar yapsam ve belki her zaman anlaşılamasam da, yargılanmadan, olduğum gibi, hoşgörüyle, iyi niyetle karşılandığımı umarak..