Kütüphaneden Evler

İçinde kütüphaneler olan evlerde yaşamaktansa, içinde evler barındıran kütüphanelerde yaşasak.


Kocaman, kemerli kapısından girsek içerisine kütüphanenin. Giriş katının bir tarafında sayılamayacak kadar çok kedisi olan yaşlı bir kadın olsa; diğer tarafında sokak kapısından geleni geçeni seyreden darmadağınık saçlı, çatlak profesör modunda bir adam.



Girişin üstünde bir tarafta genç, acemi, umutsuz bir yazar yaşasa, diğer tarafta onlarca romanı yayınlanmış, beyaz sakallı, gözlüklü, çok güzel bakan bir başka yazar. Genç olan gıpta ederek, hatta bazen hasetle baksa yaşlı olanın açık kapısından içeri. Biri bilgisayarda yazsa, öteki daktiloda. Biri kahve içse, diğeri viski.



Bir üst kat bir ressamla bir müzisyenin ortak kullanım alanı olsa. Biri çaldıkça öbürü çizse, o çizdikçe de diğeri daha bir şevkle çalsa.



En üst katta da ben olsam. Çatı katındaki yuvarlak pencerenin önünde. Heidi gibi. Önümde uzanan dağları, ırmağı, ormanı seyredip hayallere dalsam. Mis gibi kahve kokusunu içime çekerek, sevdiklerimle birlikte bir kütüphanede yaşıyor olmanın verdiği huzur ve mutlulukla gülümseyip dursam.


Tabii bu arada, girişteki onlarca kedi çaktırmadan tüm katlara yayılıp kütüphaneden evlerin en rahat köşelerine kurulsa. Kitap ve boya kokuları içinde, müzik, daktilo ve klavye sesleri arasında mırıl mırıl uyusa.


Biz de okusak, okusak okusak...

Gitmek






Gri bir Ankara günü. Yine. Griyi severim. En sevdiğim üç renkten biridir hatta. Diğer ikisi de grinin oluşumuna katkıda bulunan zıt renkler zaten.



Bugünlerde ben de griyim sanırım. Ama aralarda parlak mavi ışıklar çakıyor, nadiren de olsa pembe bulutlar beliriyor gökyüzümde. Simsiyah olduğum anlar daha az sanki, ama bembeyaz olduğum an da yok gibi bir şey.



Şehirler hayal ediyorum. Her zamanki gibi. Önce duruma uygun gri şehirler, puslu şehirler, karlı şehirler, kış şehirleri. Sonra aydınlık, güneşli, cıvıl cıvıl şehirler. Eski binaları birbirine bağlayan tünellerden geçip dar sokaklarına bakıyorum hayranlıkla. Ve diyorum ki kendi kendime, “Sanırım asla tek bir yerde değilim. Hep gezmelerdeyim. O sokakta, bu şehirde, şu kafede, filanca bankın üzerinde…”



Gitmek için gitmek gerekmiyor; bunu anlayalı çok olmuştu zaten. Ama yine de iyi geliyor gitmek. Ve sonra geri dönmek. Akıl hep bir yerlerde gezmede zaten, engellenebilir bir şey değil bu, en azından benim için. Beni kurtaran, kendimi iyi hissetmemi sağlayan bir şey. Okurken de gidebiliyorum, yazarken de, uyurken de, otobüste otururken de, boş boş duvara bakıyor gibi görünürken de, kulağımda müzik çınlarken de… o kadar çok gidiyorum ki aslında bir yerlere, gerçekten gittiğimde, “Bu muymuş gitmek?” diyesim geliyor bir an. Hemen uzaklaştırıyorum bu ukala sesi beynimin içinden, çünkü biliyorum ki, arada gerçekten, fiziksel olarak gitmek istiyorum ve gitmem gerekiyor. Gitmenin aslında insanın kafasının içinde olduğunu, hiçbir yerin aslında insanın kendisini geride bırakmasını sağlamadığını, gittiğimiz her yere, aslında bucak bucak kaçmaya çalıştığımız kendimizi de götürdüğümüzü hatırlamak için.



Kendinden kaçmak şöyle dursun, etraftakilerin ne dediğini anlamayıp kısa süreli uyum sorunları yaşamak daha da kendine döndürüveriyor insanı. Diplerde saklanan tüm özgüven sorunları su yüzüne çıkıveriyor bir anda.



Hani diyorum ya, ""Gitmek aslında insanın aklında olan bir şey, bavul toplamaya, bir sürü masraf yapmaya gerek yok," diye... Siz bana bakmayın. Bana bu hisleri yine yaşatacak bir sonraki seyahati düşünüp düşünüp sırıtıyorum aslında. Ve bir sonraki sefere kadar hayal kurmaya ediyorum, her zamanki gibi. Uzaklara gidiyorum, yakınlara gidiyorum, olduğum yerde hayali ortamlara ışınlanıyorum, ama gidiyorum. Hep gidiyorum. Kalabilmek için.