Hakikat: Pembe Ağacın Altında Kitap Okuyan Tek Boynuzlu At


5 yaşındaki bir anaokulu öğrencisiyle genç, hevesli ve acemi öğretmeni arasında geçen diyalog:

- Öğretmenim, ben bu ağacı pembeye boyamak istiyorum.
- Hmmm... Ama bak güneş tepede, yaprakları da dökülmemiş ağacın, hava sıcak herhalde, yeşile boya bence.
- (Delici bakışlar ve kısa süren bir sessizlik)........Öğretmenim, siz hiç hayal gücü diye bir şey duymadınız mı?

Sonuç: Öğretmen mosmor, ağacın yaprakları pespembe.

Buradaki öğretmen benim. Kendini çok yaratıcı sanan bana hayatımın derslerinden birini veren bıdık da, yıllar önce yalnızca iki dönem çalıştığım ve beceremediğimi görünce koşarak uzaklaştığım ilköğretimde en keyifli anları yaşadığım anasınıfından Ege. Benim, hayal kurmayı onca sevmesine ve içinde hayal olan her filmi ve kitabı yutmasına rağmen "eğitilmiş", "törpülenmiş", kalıba sokulmuş" zihnimle onun hala dokunulmamış olan özgür aklı, renkli hayal gücü. Şimdi kocaman olmuştur Ege. Umarım hala dokunulmazdır hayalleri. O kırılgan çocuk sesi kalınlaşmıştır elbet ama karşı koyuşundaki kararlılık hala duruyordur umarım.

Ve bu diyaloğu aklıma getiren satırlar:



"...Fantaziyi tasvip etmeyen bir ahlak. Bu o kadar şiddetli ve çoğunlukla o kadar saldırgan bir reddediş ki, temel kaynağının korku olduğunu düşünmekten kendimi alamıyorum...
... Savaş ve Barış'ı veya Yüzüklerin Efendisi'ni okumak "iş" değildir - sadece zevk için yapılabilir bu. Eğer buna bir "eğitim" ya da "kendini geliştirme" değeri de yakıştırılamıyorsa, o zaman Püriten değerler sisteminde, bu olsa olsa kendi içine kapanma ya da kaçıştır. Çünkü Püriten için zevk bir değer değildir, tam tersine günahtır...
... Çocukların hayal gücüyle yarattıkları oyunlar, açıkça yetişkinlere özgü edimlerin ve duyguların provasıdır; oyun oynamayan çocuk olgunlaşamaz. Yetişkin zihninin özgür oyunu ise Savaş ve Barış veya Görecelik Kuramı'yla sonuçlanabilir.
     Özgür olmak hiç de disiplinsiz olmak demek değildir. Diyebilirim ki hayal gücünün düzenlenmesi hem sanatın hem de bilimin temel yöntemi veya teknğidir. Meseleyi karıştıran, disiplini baskı altında tutmak ya da cezalandırmak olarak gören Püritenliğimiz'dir. Kelimenin gerçek anlamında, bir şeyi disiplin altına sokmak, onu baskı altında tutmak değil, eğitmek, gelişmesi, harekete geçmesi, verimli olması için teşvik etmek demektir - bu şey ister şeftali ağacı olsun, ister insan zihni...
... Hayal gücünün bastırılabileceğinden emin değilim. Eğer çocuktaki hayal gücünün kökünü gerçekten kazıyabilirseniz, o çocuk büyüyünce bir patates olur... hayal gücü reddedilirse, hor görülürse sonuçta vahşi ve yabani şekillere bürünür; şekilsizleşir. En iyi ihtimalle, benmerkezci bir düş kurma olur; en kötüsü de, ciddiye alındığında çok tehlikeli bir konum olan, kendi söyleyip kendi inanmaktır...
... Fantazi elbette hakikidir. Olgulara dayanmaz, ama hakikidir. Çocuklar bilir bunu. Yetişkinler de bilir, zaten çoğu bu yüzden fantaziden korkar. Fantazideki hakikatin, yaşamaya mecbur edildikleri ve kabullendikleri hayatın sahteliğine, kofluğuna, gereksizliğine, sıradanlığına karşı bir meydan okuma, hatta tehdit oluşturduğunu bilirler. Ejderhalardan korkarlar, çünkü özgürlükten korkarlar.
     Çocuklarımıza güvenmemiz gerektiğine inanıyorum. Normal çocuklar, gerçeklikle fantaziyi birbirinden ayırt etmeyi gayet iyi becerir, yetişkinlerin çoğunlukla yaptığı gibi bunları birbirine karıştırmaz... Çocuk tek boynuzlu atların gerçek olmadığını tabii ki bilir, ama öte yandan tek boynuzlu atlar üzerine yazılan bir kitabın, eğer yeterince iyiyse, hakiki bir kitap olduğunu da bilir...
... Biz hayal gücü zengin insanlar, "Evvel zaman içinde bir ejderha varmış," ya da "Topraktaki delikte bir hobbit yaşarmış," gibi cümlelerle, böyle güzelim gerçekdışı şeylerle, kendi tuhaf tarzımızda hakikate ulaşabiliriz."

"Amerikalılar Ejderhalardan Neden Korkar?" (1974) Çev. Meltem Ahıska.
Kaynak: Ursula K. Le Guin - Kadınlar, Rüyalar, Ejderhalar (Metis Yayınları, 2002)

Olmalı


Bi yerlerde bi gökkuşağı çıkmış olmalı... Bir ayağı Atlantis'te, bir ayağı Eldorado'da olmalı. Ağaçların, sokakların, kedilerin, köpeklerin, evlerin, insanların böylesine sırılsıklam olmasının bir anlamı olmalı. Şu bodur ağacın turuncu meyvelerinin deli gibi ama yine de her nasılsa sakin sakin yağan yağmurla ışıl ışıl parlamasının bir anlamı olmalı. Tek bir kuş var cıvıldayan. Bunun bir anlamı olmalı. Yağmur damlalarının son sürat yeryüzüne inerken bile ağır çekimde gibi görünmesinin bir anlamı olmalı. Gökyüzü bir anda kararır gibi olsa, hatta kararsa da, her an tekrar ışıyabileceğini hissetmeli insan. Üşümeli. Hayatı, hayatta olduğunu hissedebilmek için üşümeli. Ve iliklerine kadar ıslanıp gözünün önünü göremez hale geldikten sonra da son bir üşümeyle titreyip kendine gelmeli.

Ve sonra yağmur birden durmalı. Yönetmen "Kes!" diye bağırmalı ve o da durup ıslanan ve artık neredeyse şeffaf bir hale bürünen her şeyin tekrar kurumasına izin vermeli.

Atlantis de olmalı, Eldorado da, Dünya da...

 

Tuhaf Şeyler

Buraya tekrar uğramama sebep, bir şehir. Her gittiğimde yeniden sevdiğim, her seferinde başka anlamlar yüklediğim, bana aslında çok yabancı, ama nedense içimi kaynatan bir şehir. Belki de bazı yönlerden çok benzediğimi kabul etmek istemediğim rengârenk, ama yine de karanlık bir şehir.


Önceki seferlerde olduğu gibi ürkütmedi kalabalık bu gidişimde. Sokaklarda üzerime üzerime gelen şehir sakinleri (ya da agresifleri), son derece tuhaf diyaloglara girmek zorunda kaldığımız garsonlar, otel görevlileri ve diğer hizmet sektörü çalışanları sinirimi bozmadı değil. Hizmet sektörü hizmet vermek için değil sanki bu şehirde. “Alan aldığı kadarını alır, gerisi de beni ilgilendirmez,” gibi bir tavır var sanki. Alışmamışım, tuhaf geldi. Sürekli bir homurdanma, güleryüz desen yok denecek kadar az. Dedim, herhalde bu kalabalık, hızlı ve karman çorman şehirle baş etmenin yolunu böyle bulmuş insanlar. Birbirlerini ve olan biteni çok önemsemeyerek. Trafikte yapılan manevralara da şaştım kaldım. Bu şehir resmen kendine uyum sağlamaya zorlamış sakinlerini dedim.

Sakin yapılı, okumak/yazmak/dinlemek/konuşmak gibi fazla fiziksel hareket gerektirmeyen şeylerle ilgili olan ben bile, her gittiğimde hayran kalıyorum bu şehrin temposuna. Belki dönecek sakin bir memleketim olduğundan. Orada yaşamak, orada hayatımı kazanmak zorunda olmadığımdan; trafikte saatlerimi harcayıp her dışarı çıkışımda cebim delik ve saçlarım diken diken halde eve geri dönmem gerekmediğinden.

İnsanların nefes alamamaktan şikayet ettiği, kaçıp gitme hayalleri kurduğu bu şehir, yavaş yavaş benim arada kaçıp nefes alma yerim olmaya başlıyor sanırım. Sabahın erken saatlerinde başlayıp hızla artan ve bir sonraki sabahın erken saatlerine kadar uykusuzluk, Ramazan, ertesi gün işe gitme zorunluluğu falan dinlemeyen hareketlilik iyi geldi bana. Birkaç gündü ne de olsa. Düzenim ve düzenli, sıkıcı, geniş sokaklı şehrim beni bekliyordu ne de olsa.

Buket Uzuner New York Seyir Defteri’ndeki yazılarından birinde  'Ruh-eşim İstanbul, Eski Kocam Paris ve Sevgilim New York' yazmıştı. Henüz göremediğim ama haklarında epeyce hayal kurduğum Paris ve (özellikle) New York için bir şey diyemeyeceğim, ama İstanbul benim için koca ya da ruh-eşi değil sevgili olabilir ancak sanırım. Rutine bir parantez açıp insanların soluk alamadığı sokaklarda soluk alacak binalar, anlar ve fotoğraflar keşfedip kafamda bir sürü yenilikle evime dönmek için.

İstanbul’a ilk gidişim hüzünlüydü. Trenden iner iner inmez gözüme ilk çarpan tombul martılar olmuştu. Gökyüzü Ankara’dakinden daha derin, daha kubbemsiydi sanki ve onun içine hapsolmaktan mutlu görünen martılar tepemde dönüp duruyordu. Hiç fotoğrafım yok o birkaç güne ait. Bir erkek çocuğunki gibi kısacık saçlarımı, normalden epey aşağılarda dolanan kilomu, uykusuzluktan cayır cayır yanan, hayal kırıklığıyla dolu içine kaçmış gözlerimi belgeleyen hiçbir şey yok. Ne bir resim, ne bir yazı. Her şey beynimin içinde. Nerede olduğumu bilmeden deniz kenarında yürüdüğüm o bir saat, yağmurun gözlerimden inenleri gizlemediğini yanımdan geçen adamın bana bakışından anladığım o an, Boğaz Köprüsü’nü ilk gördüğüm an nefesimi tutuşum… hepsi sadece aklımda. Ve bir de burada işte. Onca yıl sonra.

İnsan beyninin çektiği ve asla unutmadığı bu fotoğrafların varlığından haberdar olsam da, bu seferki gidişimde her şeyi ama her şeyi çekmek istedim. Hiç çirkinine rastlamadığım kedileri bile Ankara’dakilerden farklı, umursamaz ve rahat olan bu tuhaf şehrin daracık sokaklarından geçerken nefesimi tutup dükkanlardan taşan karmaşayı seyrettim. Ve her adım başı karşıma çıkan tarihi bir binaya ya da köşeyi dönerken uzaktan göz kırpan denize bakıp, “Tabii ki İstanbul şairler, yazarlar, sanatçılar şehri olur; her adımda ilham veren, insanda heyecan uyandıran bir şey var, pes” dedim. Kıskançlıkla. Kötü bir kıskançlıkla değil. İçim kıpır kıpır. Bir dahaki geldiğimde başka dar sokaklara da girip yeni yerler keşfetme hayaliyle.


Her şehre bir deniz lazım. O da olmazsa koca bir nehir. Şehirler illa ki ikiye bölünmeli fiziken. Bölünmeli ki karşıya geçerken yeni bir sayfa açıyor, yeni bir yere gidiyor gibi hissedebilesiniz. Monoton düzeninize bir vapur ya da bir köprü boyu ara verip başka bir hayatın içinden geçebilesiniz.

Her şehre biraz İstanbul lazım. Ya da şehirden vazgeçemeyen her şehirliye.





Gök delindi.




Delinmesi bekleniyordu ama ben böylesi bir şey ummuyordum yine de. Gökyüzü apaydınlık. Ağaçların yaprakları, üzerlerine inen sağanakla hem kıpır kıpır, hem de ışıl ışıl. Çalışmak için sessizliği, rafların ıssızlığını seçmiş pek çok insan şu an ders kitapları, bilgisayarları ve defter-kalemleriyle birlikte mahsur kalmış durumda. Öyle çok yağıyor.



Ve ben… üzerimde incecik, kolsuz bir bluz ve ondan da ince bir hırkayla kalakaldım. Ne şemsiyem var, ne montum. Yani şu anda dışarı çıkmam durumunda değil iliklerime, hücrelerime kadar ıslanmam işten bile değil.



Ama azalıverdi işte. Yeşili daha yeşil, maviyi daha mavi yaparak, değdiği her şeyi adeta cilalayarak yağdı, yağdı, yağdı… ve çekti gitti. Ve işte güneş. Kesin bir yerlerde gökkuşağı çıktı şu anda, ama benim oturduğum yer sınırlı bir manzarayı çerçevelediğinden göremiyorum. Gökyüzü gri-beyaz-koyu mavi, ağaçlar yeşilin her tonu. Bulutlar göç edercesine ağır ağır ve birlikte hareket ediyorlar. Önce karartıp sonra ışıtacak yeni yerler arayışındalar sanki. Onlar her geldiğinde başka bir dünya sarıyor sanki etrafımı. Bilinmeyen, ürküten, ama buna rağmen her nasılsa daha korunaklı.



Hala deli gibi yağıyor. Ama deminki gibi zırdeli değil. Birdenbire indi, şaşırttı, gülümsetti ve şimdi de oturdu sanki çimlere ve güneşle birlikte kahvesini yudumluyor keyifli keyifli.



J

Kütüphaneden Evler

İçinde kütüphaneler olan evlerde yaşamaktansa, içinde evler barındıran kütüphanelerde yaşasak.


Kocaman, kemerli kapısından girsek içerisine kütüphanenin. Giriş katının bir tarafında sayılamayacak kadar çok kedisi olan yaşlı bir kadın olsa; diğer tarafında sokak kapısından geleni geçeni seyreden darmadağınık saçlı, çatlak profesör modunda bir adam.



Girişin üstünde bir tarafta genç, acemi, umutsuz bir yazar yaşasa, diğer tarafta onlarca romanı yayınlanmış, beyaz sakallı, gözlüklü, çok güzel bakan bir başka yazar. Genç olan gıpta ederek, hatta bazen hasetle baksa yaşlı olanın açık kapısından içeri. Biri bilgisayarda yazsa, öteki daktiloda. Biri kahve içse, diğeri viski.



Bir üst kat bir ressamla bir müzisyenin ortak kullanım alanı olsa. Biri çaldıkça öbürü çizse, o çizdikçe de diğeri daha bir şevkle çalsa.



En üst katta da ben olsam. Çatı katındaki yuvarlak pencerenin önünde. Heidi gibi. Önümde uzanan dağları, ırmağı, ormanı seyredip hayallere dalsam. Mis gibi kahve kokusunu içime çekerek, sevdiklerimle birlikte bir kütüphanede yaşıyor olmanın verdiği huzur ve mutlulukla gülümseyip dursam.


Tabii bu arada, girişteki onlarca kedi çaktırmadan tüm katlara yayılıp kütüphaneden evlerin en rahat köşelerine kurulsa. Kitap ve boya kokuları içinde, müzik, daktilo ve klavye sesleri arasında mırıl mırıl uyusa.


Biz de okusak, okusak okusak...

Gitmek






Gri bir Ankara günü. Yine. Griyi severim. En sevdiğim üç renkten biridir hatta. Diğer ikisi de grinin oluşumuna katkıda bulunan zıt renkler zaten.



Bugünlerde ben de griyim sanırım. Ama aralarda parlak mavi ışıklar çakıyor, nadiren de olsa pembe bulutlar beliriyor gökyüzümde. Simsiyah olduğum anlar daha az sanki, ama bembeyaz olduğum an da yok gibi bir şey.



Şehirler hayal ediyorum. Her zamanki gibi. Önce duruma uygun gri şehirler, puslu şehirler, karlı şehirler, kış şehirleri. Sonra aydınlık, güneşli, cıvıl cıvıl şehirler. Eski binaları birbirine bağlayan tünellerden geçip dar sokaklarına bakıyorum hayranlıkla. Ve diyorum ki kendi kendime, “Sanırım asla tek bir yerde değilim. Hep gezmelerdeyim. O sokakta, bu şehirde, şu kafede, filanca bankın üzerinde…”



Gitmek için gitmek gerekmiyor; bunu anlayalı çok olmuştu zaten. Ama yine de iyi geliyor gitmek. Ve sonra geri dönmek. Akıl hep bir yerlerde gezmede zaten, engellenebilir bir şey değil bu, en azından benim için. Beni kurtaran, kendimi iyi hissetmemi sağlayan bir şey. Okurken de gidebiliyorum, yazarken de, uyurken de, otobüste otururken de, boş boş duvara bakıyor gibi görünürken de, kulağımda müzik çınlarken de… o kadar çok gidiyorum ki aslında bir yerlere, gerçekten gittiğimde, “Bu muymuş gitmek?” diyesim geliyor bir an. Hemen uzaklaştırıyorum bu ukala sesi beynimin içinden, çünkü biliyorum ki, arada gerçekten, fiziksel olarak gitmek istiyorum ve gitmem gerekiyor. Gitmenin aslında insanın kafasının içinde olduğunu, hiçbir yerin aslında insanın kendisini geride bırakmasını sağlamadığını, gittiğimiz her yere, aslında bucak bucak kaçmaya çalıştığımız kendimizi de götürdüğümüzü hatırlamak için.



Kendinden kaçmak şöyle dursun, etraftakilerin ne dediğini anlamayıp kısa süreli uyum sorunları yaşamak daha da kendine döndürüveriyor insanı. Diplerde saklanan tüm özgüven sorunları su yüzüne çıkıveriyor bir anda.



Hani diyorum ya, ""Gitmek aslında insanın aklında olan bir şey, bavul toplamaya, bir sürü masraf yapmaya gerek yok," diye... Siz bana bakmayın. Bana bu hisleri yine yaşatacak bir sonraki seyahati düşünüp düşünüp sırıtıyorum aslında. Ve bir sonraki sefere kadar hayal kurmaya ediyorum, her zamanki gibi. Uzaklara gidiyorum, yakınlara gidiyorum, olduğum yerde hayali ortamlara ışınlanıyorum, ama gidiyorum. Hep gidiyorum. Kalabilmek için.